3. Sabii Ve Yahudi İnanişlarinin Ve Adetlerinin Etkisi
Bölüm 3
Muhammet peygamber olarak ortaya
çıktığında, Arapların kabul ettikleri birçok dini görüş ve adet vardı
ama İlahi vahiy içeren kitapları yoktu. Dolayısıyla Muhammet, onları,
atalarının pak inancına yönlendirme görevinin kendisine verildiğini
iddia ettiğinde böyle bir kitaba başvuramadı. Ama Arabistan’da yaşayan
bazı toplulukların esinlenmiş kabul edilen kitapları vardı. Muhammet’in
ve müritlerinin, bu farklı tarikatların görüşlerine ve dinsel
törenlerine ilgi ve saygı duymaları doğaldır. Kuran’da özellikle
Yahudilere, ayrıca Hıristiyanlara da “Kitap Ehli” denmesi bunun
kanıtıdır. O dönemde Arabistan’da dört topluluğun; Yahudilerin,
Hıristiyanların, Mecusilerin yani Zerdüştilerin ve Sabiilerin dinleri
kitabiydi. Sure XXII, Hac Suresi, 17. ayette bütün bunlardan söz
edilmektedir. Bunların her birinin İslamiyet’in doğuşunda etkili
olduğunu ve Sabiilerin etkisinin hiç de az olmadığını göreceğiz. Bu
durumda, Sure II, Bakara, 59’da tekrar isimleri geçen bu tarikatlar
hakkında bilinenlerden söz ederek konuya başlayacağız.
Sabiilerle ilgili fazla bilgimiz yok ama
bildiklerimiz, amacımız doğrultusunda yeterlidir. Ebu’l Fide, eski bir
Arap yazarı olan Ebu İsa'l Mağribi’nin onlar hakkındaki şu sözlerinden
alıntı yapmaktadır: “En eski uluslar Suriyelilerdir. Adem’le oğulları
onlarla aynı dili konuşurlardı. Cemaatleri Sabii cemaatidir. İnançlarını
Şit’le İdris’ten (Hanok) aldıklarını anlatırlar. Şit’e atfettikleri bir
kitapları vardır ve ona ‘Şit’in Kitabı’ derler. Bu kitapta, yalan
söylememek, cesur olmak ve yabancıları korumak gibi iyi etik ilkelerinin
emredildiği yazar: Kötü adetlerden de söz edilir ve bunlardan
kaçınılması emredilir. Sabiilerin bazı dini törenleri vardır, bunlardan
biri de, belirlenen yedi vakitte dua etmektir. Bunlardan beşi
Müslümanların dua vaktine tekabül eder. Altıncı dua, tan vaktinde
edilir. Yedincisi ise gecenin altıncı saatinin sonundadır. Onların
duaları da, Müslümanlarınki gibi gerçek bir ağırbaşlılığı gerektirir.
Kişi dua ederken dikkatini duadan başka bir şeye vermemelidir. Ölülerin
ardından, başlarını eğmeden veya secde etmeden dua ederler. Otuz gün
oruç tutarlar, rüy’et-i hilale göre ay kısaysa, yirmi dokuz gün oruç
tutarlar. Oruçlarıyla bağlantılı olarak, Fıtr” (ay sonunda
orucu bozma) “ve Hilal” (yeni ay) “bayramlarını kutlarlar. Öyle
ki, güneş Koç burcuna girdiğinde Fıtr kutlanır, Gecenin
dördüncü çeyreğinden başlayarak güneş diskinin batmasına kadar oruç
tutarlar. Ve gezegenlerden beşi burçlar kuşağının saygınlık evine
girdiğinde bayram yaparlar. Bu beş gezegen Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs
ve Merkür’dür. Sabiiler Mekke’deki tapınağa (Kabe) saygı gösterirler” 1
Müslümanların pek az tanınan bu
tarikattan aldıkları dinsel adetlerin hiç de az olmadığını bu
anlatılanlarda açıkça görüyoruz. Müslümanlar, bunların hepsini
Muhammet’in Melek Cebrail vasıtasıyla Allah’tan emir alarak öğrettiğine
inanırlar. Örneğin; Ramazan’da bir ay gündoğumundan günbatımına kadar
oruç tutarlar. 2 Ancak her günün ne zaman
başladığı ve ne zaman bittiği kuralı, göreceğimiz gibi 3, Yahudilerden alınmıştır.
Perslerde ve diğer bazı ülkelerde, kutsal ay boyunca her gün orucun
başladığını ve bittiğini duyurmak için gündoğumunda ve günbatımında top
atılmaktadır. Bugün de Muhammediler bu ayın sonunda fitr kutlarlar.
Bilindiği gibi, günün belirli zamanlarında beş kez dua ederler ama her
gün zorunlu olmayan iki dua vakti daha vardır. Bu durumda, dua
vakitlerinin sayısı Sabiilerinkiyle aynıdır. Muhammedilere ibadet
ederken başlarını önlerine eğmeleri (rükü) ve secde etmeleri (sücud)
emredilmektedir ama cenaze törenlerinde değil. Son olarak,
Müslümanların günümüzde de Kabe’ye büyük saygı gösterdiklerini
görmüştük. Sabiiler gibi, Kureyş kabilesinin de bütün bu adetleri yerine
getirmesi tabii ki mümkündür. Elbette bazı adetler ortaktı; ama bu
adetlerin hepsi ortak olsaydı alıntı yaptığımız Arap yazarının
gözlemlerini açıklamak zor olurdu. Taif ve Mekke’deki Beni Cezime
kabilesinin, Muhammetçiliğe döndüklerini Halit’e ilan ederken “Biz,
Sabii olduk” diye bağırması, Muhammet’in, bu adetlerin çoğunu
Sabiilerden aldığı ve (bir bakıma, belki de çok eski olduğu için)
Sabiilerin dininin, kuruluş döneminde İslamiyet’i çok etkilemiş olduğu
varsayımını doğrulamaktadır.”
Sabiilerin yarı-Hıristiyan bir tarikat
olduğu sanılmaktadır. Bazıları ise onları Mandenlerle özdeşleştirmiştir.
Mandenlerin dini gnostizm ile antik Babil putperestliğinin tuhaf bir
karışımıydı ama Mecusilikten, Yahudilikten ve bir sistem olarak büyük
ölçüde Hıristiyanlık karşıtı olmasına rağmen Hıristiyanlıktan bazı
unsurlar almıştı. Mandenlar isimlerini, inandıkları Sudurlerin ve Yüce
Varlıktan sudur eden ilahi güçlerin en önemlisi olan Manda’dan alırlar.
Mandenlerin Kutsal Kitabı Sidra Rabba’da onun birbiri ardına
yeniden beden aldığı söylenmektedir. Bu yeniden bedenlenmelerin ilk üçü
Habil, Şit ve Hanok, sonuncusu ise Vaftizci Yahya’dır. Yahya olarak
beden aldığında, görünüşe göre çarmıha gerildikten sonra Işık Evreni’ne
geri dönen İsa Mesih’i vaftiz etmiştir. Sözü edilen bu ikinci görüş
Kuran’da tekrarlanmaktadır (Sure IV, Nisa, 159). Daha sonra bundan söz
etmemiz gerekmektedir. 4
Sabiilerle ilgili bildiklerimizin çok
sınırlı olması ve Manden-lerin onlarla özdeşleştirilip
özdeşleştirilmeyecekleri kuşkusu, onların İslamiyet’in üzerindeki
etkisinin günümüzde de daha önemli ve kapsamlı olup olmadığını saptamayı
imkansızlaştırmaktadır. 5
Şimdi de Yahudilere bakalım. Muhammet
Yahudilerden o kadar çok alıntı yapmıştır ki, onun dinine neredeyse,
Yahudiliğin daha sonraki sapkın bir biçimi denebilir. Muhammet’in
döneminde Yahudiler sadece sayıca çok değillerdi, Arabistan’ın birçok
yerinde çok da güçlüydüler. Kuşkusuz çoğu farklı zamanlarda, Filistin’i
istila ve harap eden -Nebukadnezzar, Büyük İskender’in halefleri
Pompeius, Titus ve Hadrianus gibi- çok sayıda fatihten kaçarken bu
ülkeye yerleşmişti. Özellikle, bir zamanlar kılıçla ele geçirdikleri
Medine civarında kalabalıktılar. Muhammet döneminde Medine civarına
yerleşen Beni Kureyza, Beni Nadir ve Beni Keynuka adlı üç büyük Yahudi
kabilesi o kadar güçlüydü ki, Muhammet M. S. 622’de buraya döndükten
sonra çok geçmeden onlarla bir saldırı ve savunma ittifakı kurdu. Diğer
Yahudi yerleşimleri ise Hayber, Vadi'l-Kura ve Akabe Körfezi’nin
kıyılarındaydı. Yahudilerin esinlenmiş kitaplara sahip olmaları ve
kuşkusuz Kureyş ve diğer kabilelerin de ataları olduğunu iddia ettikleri
İbrahim’in soyundan gelmeleri İsraillilere büyük bir saygınlık ve nüfuz
kazandırıyordu. Bu nedenle doğal olarak yerli efsaneler Yahudilerin
tarihini ve adetlerini özümseme sürecinden geçmiştir. Yapılan bir
uyarlamayla 6, Filistin’in hikayesi,
Hicaz’ın hikayesi olmuştur. Kabe’nin çevresi, Hacer’ın sıkıntı çektiği
yer olarak, Zemzem kuyusu ise onun ferahlık kaynağı olarak kutsal kabul
edilmiştir. Su arayan Hacer’in telaşlı adımlarının anısına hacılar Safa
ile Merve arasında koşarak gidip gelirler. Tapınağı inşa eden, içine
Siyah Taşı koyan ve bütün Arabistan’ın Arafat’a hacca gitmesini adet
haline getiren İbrahim ile İsmail’di. Hacılar İbrahim’i taklit ederek,
Şeytan’a atıyormuş gibi taş atıyorlar ve onun temsili kurbanının anısına
Mina’da kurban kesiyorlardı. Şayet yöreye özgü törenler varsa bunlar,
İsraillilerin efsanelerinden uyarlamalarla biraz değiştirilmiş, farklı
bir ışıkta bakılmış ve Arapların hayalinde Allah’ın Dostu İbrahim’in
kutsallığıyla bağlantı kurulmuş olabilirdi. 7... Muhammet işte bu ortak
zeminde ortaya çıktı, bütün yarımadanın karşılık verebileceği bir
vurgulamayla, halkına yeni bir ruhsal sistem duyurusu yaptı. Kabe’deki
törenler sürdürüldü ama putperest eğilimlerinden arındırıldı. Yine de bu
eğilimler, İslamiyet’in yaşayan tanrıcılığını, çevresine astıkları
garip ve anlamsız bir örtüyle örtüler.
“İbrahim’in soyundan gelenlerle yakınlık,
canın ölümsüzlüğü öğretişini ve dirilişi de beraberinde getirmiştir;
ama Arabistan’da gelişen pek çok fantastik fikir doğrultusunda bunlara
inanılmıştır. Öç, öldürülen kişinin, katilin cezalandırılması için
cıvıldayan bir kuş olmasıyla anlatılırdı; kimi kez deve, efendisinin
mezarı başında açlıktan ölsün diye bırakılırdı, öyle ki, dirildiğinde
yeniden efendisini taşımaya hazır olsun. İncil’deki sözler de genelin ya
da en azından herkesin anlayabileceği tarzda kullanılıyordu. İman,
tövbe, cennet ve cehennem, şeytan ve melekleri, gökteki melekler,
Tanrı’nın elçisi Cebrail, kullanılan ya da kullanılmaya hazır bazı
Yahudi kaynaklarından alınmış örneklerdir. İnsanın günaha Düşüşü,
ovadaki bütün kentlerin yok edilmesi de aynı şekilde biliniyordu – öyle
ki, sınırını ruhsallığın çizeceği ham fikirler için, Muhammet’in elinde
hazır, kapsamlı bir dayanak vardı.”
Eski Arap yazarları, Muhammet ortaya
çıktığında Yahudilerin, Mesih’in gelişini beklediklerini ve
düşmanlarını, gelecek olan peygamberin onlardan öç alacağını söyleyerek
sık sık tehdit ettiklerini bildirmektedirler. Bazı Arapların, (İbn-i
İshak’ın söylediği üzere) özellikle de Medine’deki Beni Hezrec
kabilesinin, Muhammet’i, geleceği önceden bildirilen peygamber diye
kabul etmesinde bunun etkisi kuşkusuz olmuştur.
Muhammet, yeni bir din kurmak için değil,
insanlara “İbrahim’in imanını” hatırlatmak için Allah tarafından
görevlendirildiğini ilan etmiştir. Bu durumda, Yahudileri kendi
tarafına çekmeye çalışmak ona doğal gelmiştir. Bunu, Medine’de yapmaya
çalışmıştır ve bir süre sanki başaracağını ummuş gibidir. Bu dönemde
attığı bir adım onun bu hedefini açıkça göstermektedir. İmanının Kıble’si
olarak Yeruşalim’i benimsemiştir –yani müritlerini, dua ederlerken
yüzlerini Yeruşalim’e dönerek Yahudilerin geleneğini taklit etmeye
yönlendirmiştir. Daha sonraki bir dönemde Yahudilerden kopup Araplarla
uzlaşmayı daha yararlı bulduğunda Kıble olarak Mekke’yi
benimsemiştir 8 ve o tarihten sonra
Müslümanlar bunu sürdürmüşlerdir. Ancak Medine’ye gelişinden kısa süre
sonra, Yahudilerin Kefaret Gününde yaptıkları töreni görerek,
müritlerinin de aynı töreni yapmalarını emretmiştir. Yahudilerin bu
törene verdikleri adı (Arapça Aşura) bile
benimsemiştir. 9 Bu olay nedeniyle kesilen
kurbanların, putperest Arapların Mekke’ye hacca giderlerken Mina
vadisinde kestikleri kurbanların yerini alması isteniyordu kuşkusuz.
Muhammet, Yahudilerle kavga ettiği M.S. Nisan 624’e kadar İyd’u Edha’yı
başlatmamıştı. Bu bayramda İbrahim’in (Müslümanların öne sürdükleri
üzere) İsmail’i kurban edişinin anıldığı sanılmaktadır.
Yahudiliğin İslamiyet’in üzerindeki etkisini buradan bile algılıyoruz.
Müslümanlar bu bayramı hala kutlamaktadırlar. Muhammet İyd gününde
iki kurban 10 sunarak bu Yahudi
adetini başlatmıştır. Biri halkı, diğeri de kendisi için iki buzağı
kesmiştir. Ancak Yahudilerdeki sıralamayı değiştirmiştir. Yahudilerde
Kefaret Günü başkahin önce kendisi 11, sonra da ulusun
geneli için kurban sunardı. Bu konularda, Yahudilerin etkisini
görüyoruz. Muhammet hem Yahudileri kazanmak için onların törenlerini
benimsemiş hem de bundan ümidini kestiğinde bu törenleri değiştirmiştir.
Söz edilen ikinci durumda genelde, putperest Arapların adetlerini az
çok değiştirmiştir. Kuran’ın İlahi yetkisine dair Muhammedi teoride bu
olgu hiçbir şekilde açıklanamamaktadır. Hadis’e göre (bu açıdan hiç
kuşku yoktur), Kuran’daki bu ayetlerin birçoğunun ait olduğu dönem,
Hicret’ten çok kısa süre önce ve özellikle de hemen sonradır. Burada
Kuran’ın İsrail peygamberlerinin öğretişiyle uyumlu olduğu 12 ve bunun, Kuran’ın
Allah’tan geldiğinin kesin bir kanıtı olduğu öne sürülmektedir. Daha
sonraki Mekke ve daha önceki Medine sureleri dikkatle okunduğunda
görüleceği üzere, Muhammet, özellikle Yahudi efsanelerinin büyük
bölümünden aldığı sureleri bu dönemde ortaya atmıştır. Bununla beraber,
kısa süre sonra Yahudilerin kendisine inanmaya hazır olmadıklarını
görmüştür. Gerçi bir süre ondan çok etkilenmiş ve iddiasını büyük
ihtimalle kabul etmiş görünmek Yahudilerin işine gelmiş olabilirdi. Er
geç bir kırılma noktasına gelinecekti, çünkü hiçbir gerçek İsrailli
Mesih’in (Muhammet bunu iddia etmiyordu, çünkü bunun İsa’nın unvanı
olduğunu kabul ediyordu) ya da başka bir büyük peygamberin İsmail’in
soyundan çıkacağının bildirildiğine gerçekten inanamazdı. Kavganın nasıl
çıktığını ve Muhammet’in ikna etmeyi yararsız bularak en sonunda
kılıcın karşı konulmaz mantığıyla Yahudilere nasıl saldırdığını, onları
nasıl öldürdüğünü ya da ülkeden sürdüğünü biliyoruz. Ama bundan önce
onlardan geniş kapsamlı alıntılar yapmıştı. Bazı yazarlarla birlikte,
Tanrı’nın Tekliği öğretisini İslamiyet’in Yahudilerden aldığını kabul
etmesek bile, Muhammet’in bu öğretişi sürdürmesinde İsraillilerden
öğrendiklerinin büyük katkısı olduğundan hiç kuşku yoktur. Kuran’ın
büyük bölümünde, Talmud ve İncil sonrası diğer yazılar kadar çok olmasa
da Eski Antlaşma’dan ve doğrudan Yahudi kitaplarından alıntı yapıldığını
açıklamaya devam edeceğiz. Arabistan’daki Yahudilerde Kutsal
Kitap’larının bir kopyası kuşkusuz varsa da bu kitaplar öğrenmek için
değildi, bugün birçok yerde olduğu o dönemde de, pratikte hahamların
geleneklerine Tanrı’nın Sözü’nden daha çok dikkat edilirdi. Bu nedenle,
Kuran’da Eski Antlaşma’daki gerçek bilginin çok azının yer alması
şaşırtıcı değildir. Göreceğimiz gibi, yine de Kuran’da birçok Yahudi
efsanesi vardır. Bunu kanıtlamak için her paragraftan alıntı yapmak
imkansızdır. Yine de birçoğundan birkaçını örnek olarak göstereceğiz. 13
1 . Kayin ile Habil’in Hikayesi
Kuran’da, “Adem’in bu iki oğlunun” adı
geçmez ama yorumcular onlara Kayin ve Habil derler. Sure V, Maide
27-32’de aşağıdaki anlatıyı görürüz:
“Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini
gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden
kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul
edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘Andolsun seni öldüreceğim’
dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’ dedi (ve
ekledi:) ‘Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben
sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, alemlerin Rabbi olan
Allah’tan korkarım.’ ‘Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de
kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezası
işte budur.’ Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü:
bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah kardeşinin cesedini
nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi.
(Katil kardeş) ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki,
kardeşimin cesedini gömeyim’ dedi ve ettiğine yananlardan oldu. İşte bu
yüzdendir ki İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: kim, bir cana veya
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir
cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı
kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara
apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine
yeryüzünde aşırı gitmektedirler.”
Kayin ve Habil arasında geçen konuşma,
daha doğrusu tartışma, hem Yonathan Targum’unda 14, hem de Yeruşalim
Targum’unda-ki bir Yahudi efsanesinde anlatılmaktadır. Kayin’in,
“Günahın cezası ya da iyi davranışların ödülü yoktur” dediği bize
söylenir. Buna karşılık Habil, Tanrı’nın iyiliği ödüllendirdiğini ve
kötülüğü cezalandırdığını öne sürer. Buna öfkelenen Kayin bir taş alarak
kardeşine atıp onu öldürür. Bu anlatımla yukarıda Kuran’dan yaptığımız
alıntı arasındaki benzerlik fazla dikkat çekmez. Ancak Kuran’daki
cinayet öyküsünün geriye kalan bölümünün kaynağı, Haham Eliezer
Risalesi’nin xxi. bölümünde anlattığı efsanedir. Şöyle tercüme
edilebilir:
“Adem ile eşi ağlıyor ve ona (Habil) ağıt
yakıyorlardı. Habil’i ne yapacaklarını bilmiyorlardı çünkü gömülme
hakkında bilgileri yoktu. Yol arkadaşlarından biri ölen bir kuzgun
geldi. Arkadaşını aldı, toprağı kazdı ve onların gözü önünde onu gömdü.
Adem, ‘Ben de bu kuzgun gibi yapacağım’ dedi. Hemen (kelimesi
kelimesine elleriyle) “Habil’in ölüsünü aldı, toprağı kazıp onu
gömdü.”
Yahudi efsanesini Kuran’da anlatılanla
karşılaştırırsak, tek farkın öncekinde, kuzgunun, cesedin nasıl
gömüleceğini Adem’e öğretmesi olduğunu görüyoruz. Oysa Kuran’da
bu, Kayin’e öğretilmektedir. Kuran’daki metnin bir ya da daha
çok Yahudi kitabından kelimesi kelimesine yapılmış bir çeviri olmadığı
da bellidir. Bekleyebileceğimiz üzere, daha çok bu, Yahudi dostlarından
birinin Muhammet’e anlattığı şekilde serbest bir uyarlamasıdır. Daha
önceki Arap hikayelerinde birçok addan söz edilmektedir. 15 Kuran’da ölü gömmeyi
Adem’in yerine Kayin’e atfetmekle yapılan yanlışı bu açıklamaktadır.
Bütün alıntılarda benzer olgular göreceğiz. Bu önemsiz farkları
Muhammet’in kasten yapması pek mümkün değildir. Ancak ona bu efsaneyi
anlatan Yahudiler bunu ağızdan ağza öğrenmiş oldukları için, hatayı Arap
peygamberin değil, onların yapmış olmaları çok mümkündür. Muhammet’in
daha önceki yazılı Yahudi kaynaklarından aldığı anlatımların ipuçlarını
burada ve daha pek çok örnekte bulduğumuz kesindir.
Yukarıda alıntı yaptığımız surenin 35.
ayetinde yazanların, bu paragrafın önceki bölümüyle yakın bir ilgisi
varmış gibi görünmemektedir. Bir bağlantının eksik olduğu bellidir.
Bununla birlikte Mişna Sanhedrin’e (bölüm iv. § 5) bakarsak, konunun
eksiksiz anlatıldığını görürüz. Öyle ki, yukarıda söz edilen ayetlerle
Habil’in öldürülmesi öyküsünün arasındaki bağlantı ortaya çıkar.
Pentatük’te bize Tanrı’nın Kayin’e “Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan
bana sesleniyor” 16 dediği anlatılmaktadır
–bu cümlenin İbranicesinde kan kelimesi çoğuldur, çünkü kanın
şiddet uygulanarak akıtıldığına işaret etmektedir. Bu sözleri yorumlayan
Yahudi yorumcu şöyle yazmaktadır: Kardeşini öldüren Kayin ile ilgili
olarak, ‘Kardeşinin kanları topraktan bana sesleniyor’ dendiğini
görmekteyiz. Tanrı, ‘Kardeşinin kanı’ değil, ‘Kardeşinin kanları’
- onun ve onun soyundan gelenlerin kanı – diyor. Bu nedenle Adem
sadece, her kim bir İsraillinin canını yok ederse Kutsal Yazı’da bütün
dünyayı yok etmiş sayıldığını; her kim bir İsraillinin canını korursa,
bütün dünyayı korumuş sayıldığını öğretmek için yaratılmıştır.” Biz, bu
kutsal metnin açıklanmasının doğru ya da hayal ürünü olmasıyla değil,
Maide suresinin 35. ayetinin bu alıntının neredeyse kelimesi kelimesine
tercümesi olduğunu belirtmekle ilgileniyoruz.
Mişna’daki paragrafın ilk bölümüne
Kuran’da yer verilmemiştir. Olasılıkla bunun nedeni, Muhammet’in ya da
ona bilgi veren kişinin bunu tam olarak anlamamasıdır. Ama bu parçaya
bakıldığında, 35. ayetle daha önceki ayetler arasındaki bağlantı
netleşmektedir. 17.
2. İbrahim’in, Nemrut’un onu öldürmek
için hazırladığı ateşten kurtulmasının hikayesi
Bu hikaye, Kuran’da peşpeşe cümlelerle
bir paragrafta yer almamaktadır ama çok sayıda surede 18 bölüm bölüm
anlatılmaktadır. Bu nedenle Muhammediler bu parçaları bir araya
toplayarak bağlantılı cümleleri birbirini izleyen bir bütün haline
getirmeyi yararlı bulurlar. Araisu'l Mecalis’de ya da Kısasü’l
Enbiya’da böyle yapıldığını görüyoruz. Bu bağlantıların ipuçları
Muhammet’in hadislerinden çıkarılmaktadır. Bütün Müslümanlarca geçerli
kabul edilen bu anlatımı, Yahudilerin Midraş Rabba’sında anlatılan aynı
efsaneyle karşılaştırdığımızda, Muhammet’in anlatımının kaynağının
Midraş Rabba olduğu netleşmektedir. Okur bunu algılayabilsin diye, önce
hikayenin Muhammedi yazarların anlattıkları şeklini tercüme ediyoruz.
Sonra da Yahudi gelenekçilerinin daha kısa ve daha basit anlatımına
dönüyoruz. Kuran’daki Arapça anlatımla birleştirilen cümleler burada
italik yazılmıştır. Ebu’l Fide’den bir alıntıyla başlıyoruz:
“İbrahim’in Babası Azer” der Ebu’l Fide,
“putlar yapar ve bunları satsın diye İbrahim’e verirdi. Ancak İbrahim,
‘Kendisine zarar verecek, kendisine yararı dokunmayacak şeyi kim alır?’
derdi. Daha sonra yüceler Yücesi Allah, İbrahim’e, halkını
tektanrıcılığa çağırmasını emrettiğinde, İbrahim babasını da çağırmış
ama o reddetmişti. Ve o, kendi halkını çağırdı. Onun bu olayı yayılıp
ülkenin kralı Guş’un oğlu Nemrut’a ulaştığında... Nemrut [Allah’ın]
dostu İbrahim’i alıp kocaman bir ateşin içine attı. Sonra ateş söndü,
ona zarar vermedi. Birkaç gün sonra İbrahim ateşin içinden çıktı. Sonra
halkından bazıları ona inandı.” 19
Elimizdeki en kısa Arapça anlatım budur. Araisu'l
Mecalis’de anlatılan hikayenin en önemli bölümünü tercüme etmeye
devam edeceğiz. Burada, İbrahim’in gerçek Allah hakkında şey bilmeden,
bir mağarada büyüdüğünü okuyoruz. Bir gece dışarı çıkıp yıldızların
görkemini görmüştür. O kadar etkilenmiştir ki, çözümü onları tanrı diye
kabul etmekte bulmuştur. Kuran’daki konuyla ilgili cümlelerle
birleştirilerek bu hikayeye şöyle devam edilmektedir:
“Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir
yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem,
dedi. Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim
bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum,
dedi. Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük,
dedi, çünkü onun ışığının güçlü olduğunu görmüştü. O da
batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz
şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan
yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” 20 Babasının putlar
yaptığı söyleniyor. İbrahim’le iş birliğine girdiğinde, putlar yapmaya
ve satsın diye onları İbrahim’e vermeye başladı. İbrahim (Allah’ın
selamı üzerine olsun) onları alıp dışarı çıktığında ‘Kendisine zarar
verecek, kendisine yararı dokunmayacak şeyi kim alır?’ diye bağırır. Bu
durumda kimse onları almaz. İbrahim’in gözünde satılamaz olduklarını
kanıtladıklarında, İbrahim onları alıp nehre götürdü. Sonra kafalarına
vurdu Halkıyla, halkının sahte diniyle ve cahilliğiyle alay ederek,
onlara ‘İç, benim kötü kelepirim’ dedi. Onlara hakareti ve alayları o
boyuta vardı ki, halkı ve o kentte yaşayanlar İbrahim’in adını
çıkardılar. Bunun üzerine halkı, dini konusunda onunla tartıştı. İbrahim
onlara şöyle dedi: ‘Beni doğru yola götüren Allah hakkında benimle
tartışıyor musunuz?...İşte bu, kavmi ile ilgili İbrahim’e sunduğumuz
kanıtlardır. Biz dilediğimiz kimselerin mevkisini yükseltiriz. Şüphesiz
ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. 21 Böylece onları
yendi, galip geldi. Sonra İbrahim, babası Azer’in de kendi dinini kabul
etmeye çağırdı. Ona şöyle dedi: ‘Babacığım! hakikaten sana gelmeyen
bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım 22’ Babası,
İbrahim’in kendisini çağırdığı dini kabul etmeye yanaşmadı. Bunun
üzerine İbrahim, halkına onların ibadetlerinden kendisinin tövbe ederek
vazgeçtiğini yüksek sesle duyurdu ve kendi dinini ilan etti. Şöyle dedi:
‘İster sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (biraz
olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak
alemlerin Rabbi benim dostumdur. 23 Halk, ‘Öyleyse
sen kime tapıyorsun’ diye sordu. İbrahim, ‘Alemlerin Rabbine’ dedi. ‘Sen
Nemrut’tan söz ediyorsun’ dediler. İbrahim ‘Hayır! Beni yaratandan ve
bana yol gösterenden’ dedi. Bu konu zorba Nemrut’a kadar yayıldı. Sonra
Nemrut, İbrahim’i çağırtarak ona şöyle dedi: ‘Ey İbrahim, sen, seni
gönderen, insanları O’na ibadet etmeye çağırdığın, gücünü açıkladığın ve
bu nedenle her şeyin üzerinde yücelttiğin Allah’ı gördün mü? O nedir?’
İbrahim, “Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O’dur’ dedi.
Nemrut, ‘Ben can alır ve ben diriltirim’ dedi. Bunun
üzerine İbrahim ‘Sen nasıl diriltebilir ve can alabilirsin dedi?’.
Nemrut, ‘Ölmeleri benim yargıma bağlı olan iki adamı çağırırım. Birini
öldürerek onun ölümüne sebep olurum; sonra diğerini bağışlar ve
gitmesine izin veririm. Böylece onun canını bağışlamış olurum.’ Bunun
üzerine İbrahim ona şöyle dedi: ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir;
haydi sen de onu batıdan getir” 24 Bunun üzerine
Nemrut şaşırdı, ona cevap vermedi.”
Hikayede, İbrahim’in mensup olduğu
kabilenin yılda bir kez büyük bir bayram kutladığı, bu süre içinde
herkesin kent dışına çıktığı belirtilmektedir. (Burada Yahudilerin
Toplanma Çadırı’na kafaları karıştıran bir gönderme yapılmış olabilir,
çünkü Kuran’ın özelliği çok sayıda kronolojik sapmanın olması
ve Muhammet’in atalarla ve peygamberle ilgili öykülerinin genelde aynı
özellikleri taşımasıdır.) Bize, halkın kentten ayrılmadan önce “bazı
yiyecekler” hazırladığı anlatılmaktadır. “Bunları tanrıların önüne
koyarlar ve ‘Geri dönme zamanımız geldiğinde döneceğiz. Tanrılar
yiyeceklerimizi bereketlemiş olacak, biz de yiyeceğiz’ derlerdi. İbrahim
25 putlara ve önlerine
konulan yiyeceklere baktığında alay ederek onlara, ‘Yemiyor
musunuz?’ dedi. Ona cevap vermediklerinde, ‘Neden
konuşmuyorsunuz?’diye sordu. Bunun üzerine yanlarına gelip sağ
eliyle vurdu 26. Elindeki
baltayla onları parçalamaya başladı. Geriye bir tek en büyük put kaldı.
Baltasını onun boynuna astı. Sonra çıkıp gitti. O zaman saygıya ve
yüceliğe layık Olan şöyle dedi: ‘İbrahim onları paramparça etti.
Yalnız onların en büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye’ (İbrahim’in
yaptığına bakın 27). Bayram bitip
insanlar tanrılarının evine döndüklerinde onları bu durumda görüp, ‘Bunu
tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir dediler.
Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş
dediler. Bizce bunu yapan odur.’ Daha sonra bu mesele Nemrut’un ve
halktan önemli kişilerin kulağına gider. Şöyle derler: ‘O halde onu
hemen insanların gözü önüne getirin. Belki bunu onun yaptığına şahitlik
ederler.’ Onu kesin bir kanıt olmadan tutuklamak istemediler...
Bunun üzerine onu insanların gözü önüne getirdiklerinde, ‘Bunu
ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim? dediler. İbrahim, ‘Belki
de bu işi şu büyükleri yapmıştır: Kendisiyle birlikte bu küçük
putlara tapmanıza öfkelenmiştir. Hepsinden daha büyük olduğu için de,
onları parçalamıştır. Onlara sorun, eğer konuşuyorlarsa.’ Peygamber
–Allah’ın selamı üzerinde olsun ve onu korusun!– ‘İbrahim, Yüceler
Yücesi Allah adına üç kez yalan söyledi: “Hastayım”,“Belki
de bu işi şu büyükleri yapmıştır” ve Sara’yı almayı teklif eden
krala “O benim kardeşim” dediğinde” demiştir.”
“İbrahim bunu onlara söylediğinde, kendi
vicdanlarına (kendi kendilerine) döndüler; sonra ‘Zalimler
sizlersiniz dediler. Aradığınız adam burada ve onun
yaptığını yapmış olduğu tanrılarınız da burada; bu durumda onlara
sorun.’ İbrahim de, ‘Hadi onlara sorun, eğer konuşuyorlarsa’ demişti.
Bunun üzerine halk, ‘O’nun söylediklerinde bir terslik göremedik’ dedi.
‘Zalimler sizlersiniz, sizler 28, hem büyük
olanına, hem de küçük putlara tapıyorsunuz.’ İbrahim’in iddia ettiği
konuya şaşırarak, hemen eski inanç ve tartışmalarına döndüler.
(Putların) konuşmadığını ve şiddete başvurmadığını biliyorlardı. Bunun
üzerine ‘Sen bunların konuşmadığını pek ala biliyorsun’
dediler. İbrahim’in öne sürdüğü karşı tez onları şaşırttı. İbrahim
onlara “Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir
şeye hala tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz
şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?’ dedi. Bu teze karşı
çıkıp cevap veremediklerinde, “Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da
tanrılarınıza yardım edin 29” dediler.
Abdu'llah İbn-i Amr, İbrahim’i yakmaya onları teşvik eden kişinin bir
Kürt olduğunu söylemiştir. Şu'aibü'l Cebai ise onun adının Dainun olduğunu
ve Yüceler Yücesi Allah’ın yeri yardığını ve onun, Diriliş Gününe kadar
toprağın içinde kalacağını 30 söylemektedir. Nemrut
ile halkı İbrahim’i yakmak için toplandıklarında, onu bir eve
kapatmışlar ve onun için ağıla benzeyen bir yapı inşa etmişlerdir.
Allah’ın ifadesi şudur: “Onun için bir bina yapın ve derhal onu
ateşe atın dediler 31’. Sonra onun için
en sertlerinden odun ve yakacak topladılar.”
Alıntı yaptığımız yazar, İbrahim’in ateşe
atıldığını ama ateşten sağ salim çıktığını anlatmaktadır. Anlatımını
şöyle bitiriyor: “Hadiste, İbrahim’in, ‘Bana Allah yeter 32’ ve ‘Allah’ın
her şeye gücü yeter 33 diyerek
kurtulduğu, Allah’ın ise ‘Ey ateş, İbrahim için serinlik ve esenlik
ol 34’” dediği
yazılmıştır.”
Bu anlatım ile Yahudilerin Midraş
Rabba’sında yazılı olanı karşılaştıracağız. Buradaki hikayede şunlar
anlatılmaktadır 35:
“Terah, put yapan bir kişiydi. Bir yere
giderken satıcı olarak yerine İbrahim’i oturturdu. Satın almak isteyen
biri geldiğinde İbrahim ona ‘Kaç yaşındasın?’ derdi. Diğeri ‘Elli ya da
altmış’ derdi. İbrahim ona ‘Vah o altmış yaşındaki adama ki, beş günlük
bir şeye tapınmak istiyor!’ derdi. Diğeri utanır, yoluna giderdi. Bir
keresinde elinde bir tabak buğday unuyla bir kadın geldi. İbrahim’e,
‘Al! Bunu onların önüne koy’ dedi. İbrahim ayağa kalktı, eline bir sopa
aldı ve hepsini parçaladı; sopayı içlerinden en büyük olanının eline
tutuşturdu. Babası geldiğinde ona ‘Bunu onlara kim yaptı?’dedi.
İbrahim, ‘Senden niye saklayayım? Elinde bir tabak buğday unuyla bir
kadın geldi, bana ‘Al! bunu onların önüne koy’ dedi. Unu önlerine
koydum. Bu, ‘İlk önce ben yiyeceğim’, diğeri de ‘Önce ben yiyeceğim’
dedi. Aralarında en büyük olan şu, ayağa kalktı, sopayı aldı ve
diğerlerini kırdı.’ Babası, ‘Niçin bana bir masal anlatıyorsun? Bunlar
anlayabilirler mi?’ dedi. İbrahim de, ‘Ağzından çıkanı kulağın duyuyor
mu?’ dedi. Terah onu tutup Nemrut’a teslim etti. Nemrut ona, ‘Ateşe
tapalım’ dedi. İbrahim şu karşılığı verdi, ‘Ateşi söndürebilen sulara
tapalım’ karşılığını verdi. Ve Nemrut, ‘Sulara tapalım’ dedi. İbrahim,
‘Öyleyse, suları getiren buluta tapalım’ dedi. Nemrut, “Buluta tapalım”
dedi. İbrahim, ‘Öyleyse, ‘bulutları uzaklaştıran rüzgara tapalım’ dedi.
Nemrut, ‘Rüzgara tapalım’ dedi. İbrahim, ‘Rüzgara karşı koyabilen insana
tapalım’ dedi. ‘Bak! Benimle ağız dalaşına giriyorsan, ben sadece ateşe
taparım; seni ateşin ortasına fırlatırım. Taptığın Allah gelsin, seni
ateşten kurtarsın!’ İbrahim ateş yanan fırına girdi ve kurtuldu.”
Bu Muhammedi hikayenin doğrudan
Yahudilerden alındığı apaçık bellidir. Ancak Muhammet etkileyici ve
şiirsel hayal gücüyle bazı ekler yaparak onu genişletmiştir. Ne var ki,
Muhammet’in, okuduğu bir hikayeyi değil, Yahudilerin ağızdan
ağza aktardıkları bir hikayeyi tekrarladığını burada da görüyoruz. Bu
anlatımın Muhammet’in zihnindeki önemi, sadece hikayenin
genişletilmesinden değil, Kuran’ın değişik yerlerinde bunu birçok kez
tekrarlamasından da bellidir. Onun döneminde hikayenin ana hatlarının
iyi bilindiği, Muhammet’in bunu hiçbir yerde uzun uzadıya anlatmak
gerektiğini düşünmemesinden bellidir. Muhammed’in Kuran’daki sözleri,
bütün müritlerinin bu hikayeyi çok iyi bildiklerine ve onu kabul
ettiklerine inandığını göstermektedir. Olasılıkla, İbrahim hakkındaki
başka hikayeler gibi bu da, Muhammet döneminden çok önce Arabistan’da
çok revaçtaydı. Hikayenin Midraş Rabba’daki şeklinden alıntı yapmaktan
amacımız, Muhammet’in bu konudaki eserden intihal yaptığını kanıtlamak
değil, başlıca ayrıntılarıyla hikayenin Yahudiler arasında daha önceleri
revaçta olduğunu ve Arapların bilgi edindikleri kaynakların bu ya da
benzer tarzdaki hikayeler olduğunu göstermektir. Bu hikayenin bazı
kitaplarında yer aldığını söyleyen Yahudi dostlarına danışarak
Muhammet’in hikayenin sağlamasını yaptırmayı, böylece onun doğruluğuna
olan inancını pekiştirmeyi ihmal etmesi pek olası değildir.
Bununla beraber, Kuran’da İbrahim’in
babasının adının, Yaratılış’taki gibi Terah değil, Azer olduğu
görülmektedir. Ama Doğu Yahudileri kimi kez ona Zerah derler.
Arapça ad, bunun tahrif edilmiş şekli olabilir. Ya da Muhammet bu adı
Suriye’de öğrenmiş olabilir. Burada Eusebius olasılıkla bu adı Άθάρ
kelimesinden türetmişti. Modern İranlı Muhammediler Arapçadaki gibi
telaffuz etseler de çoğunlukla (*Arabic*) diye yazarlar ama Farsça asıl
telaffuzu da Azerdir. Bu kelime Farsçada “ateş” demektir ve bu elemente
hükmettiği varsayılan meleğin, Ormazd’ın iyi varlıklarından birinin
adıdır. Mecusiler, İbrahim’in babasını bu iyi ateş ciniyle (Izad) özdeşleştirerek,
İbrahim’e saygı duyulmasına çalışmış olabilirler. Böyle bile olsa,
sırası gelince belirtileceği üzere, İbrahim’in ateşe atılması öyküsünün
izlerini bazı Yahudi yorumcuların yaptıkları basit bir gafa kadar
sürebiliyoruz.
Kuran’daki bu ve benzeri efsanelerin
kaynağını keşfetmek aslında, Kuran’ın bir İlahi vahiy olduğu iddiasını
çürütmektedir. Müslümanların bu görüşü yalanlamak için, genelde
kullandıkları bir dizi sava pekala işaret edilebilir. Müslümanlar, ileri
sürdüğümüz bu tarz olguların, dinlerinin doğruluğunun apaçık bir
kanıtını olduğunu cevabını vermekte ısrar ederler. “Çünkü” derler,
“Muhammet bu anlatımı Yahudilerden almayıp, tam tersine melek Cebrail
aracılığıyla esinlenmiş bile olsa, İbrahim’in soyundan gelen Yahudiler
bu anlatımı geleneklerinin yetkisine dayanarak kabul ettikleri için,
onların bu tanıklığının, Kuran’ın bu konudaki öğretisini inandırıcı
tarzda doğruladığı kabul edilmelidir 36.”
Buna karşılık olarak, günümüzde sadece
cahil Yahudilerin bu hikayelere güvendiklerini, çünkü onların, gelenek
adını taşımayan hiçbir şeye güvenmediklerini belirtmek yeterlidir.
Yahudilerin İbrahim’in dönemine ait güvenilir tek gelenekleri
Pentatük’te yer almaktadır. Bu çocukça hikayenin burada bulunmadığını
söylemek gereksizdir. Tam tersine, Nemrut’un İbrahim döneminden kuşaklar
önce yaşadığı Yaratılış bölümünde nettir. Nemrut’un adı Kuran’da
geçmemektedir ama gördüğümüz gibi, Midraş Rabba’daki Yahudi efsanesinde
olduğu gibi, hem Muhammedi hadislerde hem de bunlardaki Kuran ile ilgili
açıklamalarda İbrahim’in ateşe atılması hikayesinde adı karşımıza
çıkmaktadır. Burada bazı cahillerin, Büyük İskender’in Türklerin Sultanı
Osman’ı ateşe attığını söylemeleri kadar büyük bir tarih sürçmesi
vardır. Onlar, İskender ile Osman arasında ne kadar uzun bir zaman
aralığı olduğunu ve Osman’ın başından asla böyle bir maceranın
geçmediğini bilmezler!
Üstelik İbrahim’in ateşten kurtulması
hikayesi bütünüyle, eski bir Yahudi yorumcunun bilgisizce bir gafına
dayanmaktadır. Bunu açıklamak için Yonatan ben Uzziel’in Targum’una
başvurmalıyız. Yazar, Tanrı İbrahim’i ilk kez evini ve ülkesini
bırakarak Kenan diyarına gitmeye çağırdığında, İbrahim’in Keldanilerin
Ur kentinde yaşadığından söz edildiğini görmüştür. 37 Günümüzde bu kent
Mugheir adıyla bilinen yerdir. Eski Babil’de ur veya uru kelimesi
kent anlamına gelirdi. “Esenlik Allah’ının kenti” olan
Yeruşalim’in adında da geçmektedir (Arapça hala Urusalim
denir). Ama Yonatan Babil dilini bilmiyordu ve Ur’un, Aramice
“ateş” demek olan İbranice Or, “ışık” ile aynı anlama gelmesi
gerektiğini düşündü. Bu nedenle Yaratılış xv 7’yi " Kildaniler'in ateş
yanan ocağından seni çıkaran RAB benim" tarzında yorumladı.
Yaradılış xi 28’i yorumlarken de şöyle yazmaktadır: “Nemrut, İbrahim’i
putlara tapmadığı için, ateş yanan ocağa attığında, ateşin ona zarar
vermesine izin verilmemiştir.” Bütün hikayenin tek bir kelimenin yanlış
açıklanmasıyla ortaya çıktığını ve gerçeğe dayanmadığını görüyoruz. Yine
de hatayı yapan ilk kişinin Yonatan olup olmadığı kuşkuludur; büyük
olasılıkla o, başkalarının görüşlerini kabul etmiş olabilir. Her ne
olursa olsun sonuç aynıdır.
Yonatan ben Uzziel’in, belirttiğimiz gibi
bir hata yapması şaşırtıcı değildir. Ama İlahi bir vahiy aldığını iddia
eden birinin, böyle bir hatadan kaynaklanan bir hikayeyi kelimesi
kelimesine doğru kabul etmesi, Cebrail aracılığıyla Allah’tan aldığını
ifade ettiği bir kitabın farklı yerlerine hikayeyi bölüm bölüm alması,
müritlerine buna inanmalarını ve Kuran ile (yanılarak, bu hikayenin
bulunduğunu sandığı) Yahudi Kutsal Yazıları arasındaki bu ve benzer
konulardaki tutarlılığa, kendisine Allah tarafından peygamberlik görevi
verildiğinin kanıtı diye bakmalarını öğretmesi gerçekten tuhaftır.
3. Sebe Melikesinin Süleyman’ı
Ziyaretinin Hikayesi
Kuran’da anlatıldığı şekliyle, bu
hikayenin kaynağından en küçük bir kuşku duyulamaz. Mikraot Gedolot’da
basılan, Ester konulu İkinci Targum’dan sadece önemsiz birkaç değişiklik
yapılarak alınmıştır. Kuşkusuz Muhammet, bunun Yahudi Kutsal
Yazılarında yer aldığına inanıyordu. Buradaki saçmalıklar kendisinin ve
Arapların zevkine o kadar uygundu ki ki, bunu Kuran’a almıştı. (Sure
XXVII., Neml, 17 ve 20-45. ayetler). Burada şöyle anlatılmaktadır:
“Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve
kuşlardan müteşekkil orduları toplandı; hepsi bir arada (onun
tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu. (Süleyman) kuşları gözden
geçirdi ve şöyle dedi: Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı
karıştı? Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek 38 ya da onun canını
iyice yakacağım yahut onu boğazlayacağım! Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip:
Ben dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru
(ve önemli) bir haber getirdim 39. Gerçekten, onlara
(Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir
tahtı olan kadınla karşılaştım. Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp secde
ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de
onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.
(Şeytan böyle yapmış ki) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran,
gizlendiğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler.
(Halbuki) büyük Arş’ın sahibi olan Allah’tan başka tanrı yoktur.
(Süleyman Hüdhüd’e) dedi ki: Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan
mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra
onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.
Süleyman’ın mektubunu alan Sebe melikesi,
‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’ dedi. ‘Mektup
Süleyman’dandır, rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.’
‘Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin 40, diye (yazmaktadır)’.
(Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana fikir verin.
(Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip
atmam. Onlar, şu cevabı verdiler: Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu
savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün.
Melike: hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve
halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklar,
dedi. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne
(gibi bir sonuç) ile dönecekler.
(Elçiler, hediyelerle) Süleyman’a gelince
şöyle dedi: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana
verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle (ben değil) siz
sevinirsiniz. (Ey elçi) Onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla
karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak surette hor ve
hakir halde oradan çıkarırız! (Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey
ulular! Onlar teslimiyet gösterip 41 bana gelmeden önce,
hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen
makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm
yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi. Kitaptan (Allah tarafından
verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan 42 ben onu sana
getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş
olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü
edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütuftandır.
Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o
bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.
(Süleyman devamla) dedi ki: Onun tahtını
bilemeyeceği bir hale getirin; bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayanlar
arasında mı olacak. Melike gelince: senin tahtın da böyle mi? dendi. O
şöyle cevap verdi: Tıpkı o! (Süleyman şöyle dedi): Bize daha önce
(Allah’tan) bilgi verilmiş ve biz müslüman olmuştuk. Onu, Allah’tan
başka taptığı şeyler (o zamana kadar tevhid dinine girmekten)
alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkarcı bir kavimdendi. Ona: Köşke gir!
dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti.
Süleyman: Bu, billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir, dedi. Melike dedi
ki: Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber
alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum 43. Andolsun ki, ‘Allah’a
kulluk edin!’ (demesi için) Semud kavmine kardeşleri Salih’i gönderdik.
Hemen biriyle çekişen iki zümre oluverdiler.”
Targum’da söz edilen bazı ayrıntılar bu
anlatımda yoktur ve birkaç noktada Targum’dan farklıdır. Targum’da,
tahtın Süleyman’a ait olduğu 44 ve tahtın üzerinde
duran yirmi dört kartalın, kral tahtta otururken, başına gölge yaptığını
anlatmaktadır. Süleyman ne zaman bir yere gitmek istese, kartallar onu
ve tahtını taşırdı. Bu durumda Targum’da kartalların taht taşıyıcıları
olarak anlatıldığını görüyoruz. Oysa Kuran’da İfrit’in, sadece bir kez,
taht boşken Süleyman’a hizmet ettiği belirtiliyor. Ama Sebe Melikesine
ve kralın ona kuşla gönderdiği mektuba gelince, Targum’da hüdhüd kuşuna
tümüyle aynı anlama gelen “çöl horozu” denmesinin dışında, iki kitap
arasında olağanüstü bir benzerlik vardır. Arapça anlatımla
karşılaştırılabilmesi için burada Targum’daki yazıyı çeviriyoruz.
“Yine Süleyman’ın canı şarapla
keyiflendiğinde, önünde diz çökmüş olan bütün krallara yüceliğini
göstermek için ülkedeki hayvanlara ve gökteki kuşlara ve topraktaki
sürüngenlere ve cinlere ruhlara gulyabanilere önünde dans etmelerini
emretti. Ve kralın katipleri hepsini isimleriyle çağırdılar ve
mahkumlar, esirler ve onlardan sorumlu olan kişiler hariç, hepsi
toplanarak onun önüne geldi. O esnada çöl horozu diğer kuşların arasında
eğlenmekteydi ve görünürlerde yoktu. Kral bu kuşun zorla getirilmesini
buyurdu ve onun öldürülmesini istedi. Çöl horozu Kral Süleyman’ın
huzuruna geri döndü ve ona şöyle dedi, ‘beni dinleyiniz efendim, evrenin
kralı, sözlerime kulak verin. Üç ay önce, yüreğimde hissederek, bütün
dünyayı görmeden ve boydan boya uçmadan önce yemek yememek, su içmemek
için kendi kendime kesin bir karar vermemiş miydim? Ve şöyle dedim,
hangi ülke veya krallık ola ki efendim krala itaat etmez? Araştırdım ve
doğudaki bir memlekette, adı Kitor olan müstahkem bir şehre rastladım.
Toprak altınla doluydu ve gümüş sokaklardaki gübre kadar çoktu,
başlangıçtan beri orada ağaçlar vardı; ve Aden Bahçesinden su
içiyorlardı. Pek çoğunun başında çelenkler vardı. Aden Bahçesinde
yetişen bitkilerden vardı, çünkü şehir Aden Bahçesine yakındı. Ok atmayı
biliyorlardı, ama okla öldürülmezlerdi. Bir kadın onları yönetiyor ve
adı Sebe kraliçesiydi. Şimdi efendim, kralım, isterseniz bu kişi 45 beni hazırlayacak ve
kalkıp Kitor kalesine, Sebe şehrine gideceğim; ‘krallarını zincirlerle
ve soyluları da demir halkalarla bağlayacağım’ ve onları Kralım efendime
getireceğim.’ Ve bu sözler kralı memnun etti, kralın yazıcıları
çağırıldı, bir mektup yazdılar ve mektubu çöl horozunun kanadına
bağladılar. Kuş kalktı ve gökyüzünde yükseldi, sarığını bağladı ve diğer
kuşların arasından uçup gitti. Ve diğer kuşlarda onu takip ettiler. Ve
Sebe şehrine, Kitor kalesine gittiler. Ve sabah olmak üzereyken Sebe
Kraliçesi tapınmak için denize gitti. Bütün kuşlar güneşi kararttı;
kadın ellerini giysilerine götürdü ve onları yırttı, şaşırdı ve tedirgin
oldu. Ve tam bir tedirginlik içerisindeyken çöl horozu geldi, kadın onu
gördü ve işte! Kanadında bir mektup bağlıydı. Onu açtı ve okudu. Ve
mektupta şöyle yazılmıştı: ‘Bendeniz, Kral Süleyman’dan, size ve
soylularınıza selam olsun! Çünkü Kutsal Olanı tanıdıkça, O kutsanmış
olur! O beni karadaki hayvanların, gökteki kuşların, cinlerin ruhların
ve gulyabanilerin üzerinde Kral atadı ve Doğunun, Batının, Kuzeyin ve
Güneyin bütün kralları gelir ve hatırımı sorarlar: şimdi sizde gelip
benim halimi ve hatırımı sormak isterseniz, pekala sizi önümde eğilen
bütün krallardan daha büyük sayarım. Eğer gelmek ve halimi, hatırımı
sormak istemiyor sanız, size karşı tümenler ve süvariler gönderirim.
Derseniz ki ‘Kral Süleyman hangi krallara, tümenlere ve süvarilere
sahiptir?’ –karadaki canlılar krallar, tümenler ve süvarilerdir. ‘Hangi
süvariler?’ derseniz –havadaki kuşlar süvarilerdir, ordularım ise ruhlar
ve cinlerdir, gulyabaniler de sizi evlerinizdeki yataklarınızda boğacak
olan tümenlerdir; karadaki hayvanlar sizi karada öldürürler; havadaki
kuşlar etlerinizi parçalar.’ Sebe kraliçesi mektubu okuduğunda, bir kez
daha ellerini giysilerine götürdü ve onları parçaladı, yırttı. Korku
içerisinde ihtiyarları ve soyluları çağırdı ve onlara şöyle dedi, ‘Kral
Süleyman’ın bana ne gönderdiğini biliyor musunuz?’ onlar şöyle
yanıtladılar, ‘Ne kral Süleyman’ı biliyoruz, ne de onun krallığı
hakkında bilgimiz var.’ Fakat kadın rahat değildi, onların sözlerini de
dinlemedi, gitti ve denizdeki bütün gemilere haber göndererek onları
çeşitli sunular, mücevher ve değerli taşlarla doldurdu. Ve ona aynı yıl,
aynı ay, aynı gün, aynı saatte doğmuş, aynı boyda, aynı endama sahip
olan, hepsi de mor giysiler giymiş olan altı yüz erkek ve kız çocuğu
gönderdi. Ve bir mektup yazdı, onlarla Kral Süleyman’a gönderdi. ‘Kitor
istihkamından İsrail ülkesine olan uzaklık yedi yıl sürer. Şimdi sizden
istediğim dualarınız ve dilekleriniz vasıtasıyla, üç yılın sonunda size
geleceğim.’ Ve üç yılın sonunda Sebe kraliçesi Kral Süleyman’a gitti.
Kral Süleyman Sebe kraliçesinin geldiğini duyduğunda, ona, aydınlanmakta
olan yeni gün gibi olan, parıldayan ve diğer yıldızlar arasında
seçilen, görkemli Venüs yıldızına benzeyen Yehoyada oğlu Benaya’yı ona
gönderdi, Benaya su kenarlarındaki zambaklar gibiydi. Sebe kraliçesi
Yehoyada oğlu Benaya’yı gördüğünde, arabadan indi. Yehoyada oğlu Benaya
ona karşılık vererek şöyle dedi, ‘Niçin arabandan indin?’ Kadın onu
şöyle diyerek yanıtladı, ‘Sen Kral Süleyman değil misin?’ Adam şöyle
yanıt verdi, ‘Ben Kral Süleyman değil, onun emrinde olan hizmetkarlardan
biriyim dedi.’ Ve kadın hemen başını arkasına çevirir ve soylulara
durumu bir benzetmeyle açıklar, ‘Aslan size görünmediyse, fakat
yavrusunu gördünüz, Kral Süleyman’ı görmediyseniz, onun emrinde olan bir
adamın güzelliğini gördünüz. Yehoyada oğlu Benaya kadını kralın
huzuruna götürdü. Kral kadının kendisine geldiğini duyduğunda, kalktı ve
billurdan yapılmış bir köşke girdi. Sebe kraliçesi Süleyman’ın
billurdan bir köşkte oturduğunu gördüğünde, oradan geçebilmek için
eteklerini topladı ve Süleyman kadının ayaklarında tüyler olduğunu
gördü. Kral kadına şu karşılığı verdi, ‘güzelliğin bir kadının
güzelliğidir ve tüylerin bir adamın tüyleridir; ve tüy bir adama
yakışır, bir kadın için utanç vericidir.’ Sebe kraliçesi buna karşılık
şöyle dedi, ‘Efendim, kralım size üç benzetme anlatacağım, bunları
açıklayabilirseniz, sizin bilge bir kişi olduğunuzu bileceğim.’
(Süleyman bu üç meseleyi de çözdü.) ve kadın şöyle dedi, ‘hüküm vermek
ve adaletin sağlamak için sizin kraliyet tahtında oturmanızdan hoşnut
olan Rab Tanrınıza övgüler olsun.’ Ve kadın krala değerli altın ve
gümüşlerden verdi. Ve kral da kadına arzu ettiği her şeyi sundu.”
Yahudi hikayesinde, Sebe kraliçesinin
Süleyman’dan bazı bilmeceleri çözmesini istediğinden söz edildiğini
görüyoruz. Kuran’da bu konudan söz edilmese bile bu, hadislerde
yazılmıştır. Melikenin kristal zemini derin bir su havuzu sanması
Kuran’da, Targum’daki gibi tam bir öykü tarzında anlatılmadığı için,
bazı Muhammedi yazarlar ayrıntıları aynen doldurmuşlardır. Örneğin,
Araisü'l Mecalis’de (s. 438) şunu okuyoruz: “Kadın suyun içinden
Süleyman’a gidebilmek için eteklerini kaldırdı. Süleyman onu gördü.
Ayaklarına ve bacaklarına gelince, bacaklarının tüylü olması dışında,
dünyanın en güzel kadınıydı. Bunu gören Süleyman, onu durdurmak için
seslendi. Yüksek sesle ‘Bu, camla döşenmiş bir saraydır’ dedi.”
Yeruşalim’deki tapınakta yer alan
“yuvarlak havuz” yanlış hatırlandığı için, kristal zeminden söz edilmiş
olabilir (1 Kr. vii 23). Diğer bütün olağanüstülükler tümüyle
Yahudilerin fantezisi gibi gelmektedir. Açıkçası Yahudilerin hikayesi o
kadar olağanüstüdür ki, Muhammet’in bunun kesinlikle doğru olduğuna
açıkça inanması şaşırtıcıdır. Ama söz edilen bazı olaylar, yine de
diğerlerinden daha iyi açıklanabilmektedir. Örneğin; (günümüze kadar
Doğu’da çok geçerli olan) Süleyman’ın çeşitli kötü ruhlar üzerinde
egemenlik kurduğu görüşü, Yahudilerin, Vaiz ii: 8’deki İbranice
(*Arabic*) kelimelerini yanlış anlamalarından 46 ortaya çıkmıştır.
Olasılıkla bu kelimeler “kadın ve kadınlar” demekti. Ama görünen o ki,
yorumcular, Kutsal Kitap’ta başka bir yerde karşımıza çıkmayan bu
kelimeleri yanlış anlamışlar ve bunların belirli kötü ruhları
((*Arabic*) kelimesinin dişili) belirttiğini açıklamışlardır. Bu nedenle
hem Yahudi efsanesinde, hem de Kuran’da, Süleyman’ın çeşitli ruhlardan
oluşan ordularının olduğundan söz edilmektedir. Bin Bir Gece
Masalları’ndaki Tüccar ve Cin hikayesi de aynı inanışın başka bir
örneğidir. Kuran’daki bu hikayenin kaynağı bilinse de, Muhammet
Peygamberin bir masalcı gibi bu olağanüstü kitabın yazarını taklit
etmeye çalıştığını görmek şaşırtıcıdır. Ancak Muhammet saflıkta,
rakibini kuşkusuz gölgede bırakmıştır, çünkü sözü edilen ikinci kişinin
kendi yazdığı olağanüstü hikayelere inandığı ya da bunların gökten
indiğini kabul ettiği düşünülemez.
Hikayenin tamamının tarihsel temeli, 1.
Krallar x. 1-10’da yazılmıştır (2Ta. ix.1-9’da tekrar edilmiştir).
Burada Süleyman hakkında hiçbir olağanüstülükten, cinlerden,
ifritlerden, kristal saraylardan söz edilmemekte ama Arabistan’ın iyi
bilinen Saba bölgesinin Kraliçesinin Süleyman’ı ziyareti
anlatılmaktadır.
“Saba Kraliçesi, RAB'bin adından ötürü
Süleyman'ın artan ününü duyunca, onu çetin sorularla sınamaya geldi.
Çeşitli baharat, çok miktarda altın ve değerli taşlarla yüklü büyük bir
kervan eşliğinde Yeruşalim'e gelen kraliçe, aklından geçen her şeyi
Süleyman'la konuştu. Süleyman onun bütün sorularına karşılık verdi.
Kralın ona yanıt bulmakta güçlük çektiği hiçbir konu olmadı. Süleyman'ın
bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin
oturup kalkışını, hizmetkârlarının özel giysileriyle yaptığı hizmeti,
sakilerini ve RAB'bin Tapınağı'nda sunduğu yakmalık sunuları gören Saba
Kraliçesi hayranlık içinde kaldı. Krala, ‘Ülkemdeyken yaptıklarınla ve
bilgeliğinle ilgili duyduklarım doğruymuş’ dedi, ‘Ama gelip kendi
gözlerimle görünceye dek inanmamıştım. Bunların yarısı bile bana
anlatılmadı. Bilgeliğin de, zenginliğin de duyduklarımdan kat kat fazla.
Ne mutlu adamlarına! Ne mutlu sana hizmet eden görevlilere! Çünkü
sürekli bilgeliğine tanık oluyorlar. Senden hoşnut kalan, seni İsrail
tahtına oturtan Tanrın RAB'be övgüler olsun! RAB İsrail'e sonsuz sevgi
duyduğundan, adaleti ve doğruluğu sağlaman için seni kral yaptı.’ Saba
Kraliçesi krala 120 talant altın, çok büyük miktarda baharat ve değerli
taşlar armağan etti. Krala o kadar baharat armağan etti ki, bir daha bu
kadar çok baharat görülmedi.”
Kuran’da yer alan başka birçok anlatım,
Yahudi efsanelerinden alınmış olsa bile, tümünden uzun uzadıya alıntı
yapmamız gereksizdir. Her halükarda Muhammet, Eski Antlaşma Kanonundaki
Kitaplarda anlatılan Peygamberlerin gerçek tarihinden habersiz
görünmektedir. Kuşkusuz bunun nedeni, Arabistan’daki Yahudilerin bilgili
insanlar olmamaları ve Kutsal Kitap’takinden çok Talmud’daki hikayelere
aşina olmalarıydı. Yine de, daha önemli konulara geçmeden önce,
Babil’de günah işleyen iki meleğin, Harut ile Marut’un hikayesini ele
almalıyız. Bu, çok ilginç bir hikayedir. Önce bunun Yahudilere kadar
giden ipuçlarına bakacağız. Sonra da aslında karma bir hikaye olduğuna
işaret edeceğiz. Önce Kuran’da ve hadislerde anlatıldığı şeklinden
alıntı yapacağız, daha sonra kaynağını oluşturan Yahudi efsaneleriyle
diğer efsanelerden söz edeceğiz.
4. Harut ile Marut’un Hikayesi
Kuran’da, (Sure II, Bakara, 96) şöyle
yazılmıştır:
“Süleyman büyü yapıp kafir olmadı. Lakin
şeytanlar kafir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Harut ile
Marut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek
herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da
kafir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi.”
Hadisin yetkisine dayanılarak bu ayet Araisü'l
Mecalis’de açıklanırken şu hikayenin anlatıldığını görüyoruz.
“Yorumculara göre, melekler İdris Peygamber zamanında göğe yükselmiş
insanoğullarının kötü işlerini gördüklerinde onları azarladılar, onları
reddettiler ve şöyle dediler: ‘Bunlar Senin dünyada vekiller yaptığın ve
seçtiğin kişilerdir ama sana karşı geliyorlar.’ Bunun üzerine Yüceler
Yücesi Allah şöyle dedi: ‘Sizi dünyaya yollamış olsaydım ve onlara
aşılamış olduklarımı size verseydim, siz de onlar gibi davranırdınız.’
Melekler, ‘Allah esirgesin! Aman Allahım, sana karşı gelmek bize uygun
düşmezdi’ dediler. Yüceler Yücesi Allah şöyle dedi: ‘Aranızdan en iyi
iki meleği seçin: ikisini de Dünyaya göndereceğim.’ Bunun üzerine
meleklerin en iyilerinden ve en dindarlarından olan Harut ile Marut’u
seçtiler. El Kalbi şöyle demektedir: ‘Yüceler Yücesi Allah şöyle dedi:
“Aranızdan üçünü seçin;” böylece Harut’u yani Azz’ı, Marut’u yani
Azabi’yi ve Azrail’i seçtiler. Allah, İblis’in Azazil olan adını
değiştirdiği gibi, aslında bu ikisi suç işlediklerinde onların da
adlarını değiştirdi. Daha sonra Yüceler Yücesi Allah onların içine,
insanoğullarına verdiği istekten koydu ve onları Dünyaya gönderdi;
onlara insanları adil yargılamalarını emretti. Çoktanrıcılığı, haksız
yere adam öldürmeyi, pisliği ve şarap içmeyi onlara yasakladı. Azrail’e
gelince, yüreğine istek geldiğinde, gerçekten Rab’binden kendisini
bağışlamasını isteyip cennete alması için yalvardı. Böylece Allah onu
bağışlayarak cennete aldı. Melek orada kırk yıl tapındı; daha sonra baş
kaldırdı; bundan sonra Yüceler Yücesi Allah’ın önünde hissettiği
utançtan ötürü başını eğmekten vazgeçmedi. Ancak diğer ikisine gelince,
onlar oldukları gibi kaldılar. Gün boyunca insanları yargılıyorlardı ve
akşam olduğunda Yüceler Yücesi Allah’ın Büyük Adını tekrarlayarak ve
göğe çıkıyorlardı. Katada, onların ayartılmalarının bir ay bile
sürmediğini söylemektedir. Bunun nedeni, en güzel kadınlardan biri olan
Zühre’nin bir gün onlara bir dava getirmesiydi. Ali, kadının Pers ve
ülkesinin kraliçesi olduğunu söylemektedir. Kadını gördüklerinde, kadın
ikisinin de yüreğini tutsak etmiştir. Bu nedenle kadınla birlikte olmak
istediler. Kadın reddedip gitti. Ertesi gün tekrar geldi ve melekler
aynı şeyi yaptılar. Kadın, ‘İkiniz de benim taptığıma tapmaz, bu puta
dua etmez ve adam öldürmeyip şarap içmezseniz olmaz’ dedi. İkisi de,
‘Bizim bunları yapmamız mümkün değil, çünkü Allah bunları yapmamızı
yasakladı’ dediler. Bunun üzerine kadın gitti. Üçüncü gün elinde bir
kadeh şarapla tekrar geldi ve onlara çekici göründü. Bunun üzerine
melekler kadınla beraber olmak istediler. Kadın reddetti ve bir gün
önceki teklifini tekrarladı. Melekler ‘Allah’tan başkasına ibadet etmek
ve adam öldürmek korkunç bir şeydir, üçünden en kolayı ise şarap
içmektir’ dediler. Bunun üzerine şarap içip sarhoş oldular ve kadına
saldırdılar... Biri onları gördü, adamı öldürdüler. Kalbi bin Anas
onların puta taptıklarını söylemektedir. Sonra Allah, Zühre’yi bir
yıldıza dönüştürdü. Ali, Sadi ve Kalbi Zühre’nin, ‘Göğe nasıl
yükseldiğinizi bana öğretinceye dek beni elde edemezsiniz’ dediğini
söylemektedirler. Bunun üzerine melekler, ‘Biz göğe Allah’ın yüce adıyla
yükseliyoruz.’ O zaman Zühre, ‘Bunu bana öğretinceye kadar beni elde
edemeyeceksiniz’ dedi. İçlerinden biri arkadaşına, ‘Öğret ona. Aslında
ben, Allah’tan korkuyorum’ dedi. O da ona, ‘O zaman En Yüce Olan’ın
merhameti nerede?’ dedi. Sonra Zühre’ye bunu öğrettiler. Bunun üzerine
Zühre bunu söyleyerek göğe yükseldi ve Yüceler Yücesi Allah onu yıldız
yaptı.”
Zühre, Venüs gezegeninin Arapça adıdır.
Çok sayıda otoritenin, bu hikayenin değişik versiyonlarından alıntı
yapması, Müslümanlar arasında bunun, Peygamberlerinin ağzından çıkan
hadislerle kuşaktan kuşağa aktarılarak genelde kabul gördüğünün yeterli
bir kanıtıdır. Hikayede bir çok nokta vardır ki, elimizde başka hiçbir
kanıt olmamasına rağmen, bunun aslında bir Yahudi hikayesi olduğunu
göstermektedir. Bunlardan biri, Allah’ın özel adını –Yahudilerin
ifadesiyle “ağza alınmayan adı”- bilen birinin büyük şeyler yapabildiği
görüşüdür. Örneğin; bazı eski Yahudi yazarlarının Rabbimizin
mucizelerini açıklarken, O’nun mucizelerini bu adı, yani Tetragrammaton’u
söyleyerek gerçekleştirdiğini öne sürdükleri iyi bilinmektedir. Ayrıca
melek Azrail’in ismi de Arapça değil, İbranicedir.
Ama hikayenin Yahudi kaynaklı olduğu
konusunda daha doğrudan bir kanıtımız vardır. Midraş Yalkut, bölüm
xiv’deki sözlerinde bu kanıta şöyle yer verilmektedir:
“Haham Joseph’e öğrencileri ‘Azail
nedir?’diye sordular. Şöyle yanıtladı, ‘Tufan (döneminde yaşayan) kuşak
ortaya çıkıp boş şeylere (örn.; putlara) taptığında, adına
övgüler olsun Kutsal Olan öfkelendi. Hemen iki melek, Şemhazai ile Azail
orada belirerek O’nun huzurunda şöyle dediler: ‘Ey Alemlerin Rabbi!
Dünyanı yarattığında, senin huzurunda durup, ‘İnsan ne ki, onu anasın?’
dememiş miydik? (Mez viii. 4) Rab onlara, ‘Dünyaya gelince, onu ne
yapacağız?’ dedi. Onlar da O’na ‘Ey alemlerin Rabbi, onu biz
yöneteceğiz’ dediler. O da ‘Bana öyle geliyor ki, eğer Dünyaya siz
egemen olsaydınız, size kötü arzular egemen olurdu ve bu
insanoğullarından daha inatçı olurdunuz’ dedi. O’na şu karşılığı
verdiler: ‘İzin ver, biz de yarattıklarınla beraber yaşayalım. Nasıl
kutsal olacağımızı göreceksin.’ Onlara ‘Aşağıya inin ve onlarla yaşayın’
dedi. İlk olarak Şemhazai, adı Ester olan genç bir kız gördü. Gözlerini
ona dikip, ‘Bana karşı yumuşak başlı ol’ dedi. Ester, ‘Tekrarladığın
anda göğe yükseldiğin, [Allah’ın] o özel adını bana öğretinceye kadar
sana kulak vermeyeceğim’ dedi. Bu adı Ester’e öğretti. Sonra Ester onu
tekrarladı: O da göğe yükseldi ve alçaltılmadı. Kendisine Yücelik Olsun,
Kutsal Olan, ‘Bu kız günah işlemeyi bıraktığı için, gidin ve onu yedi
yıldızın arasına yerleştirin. Öyle ki, siz de onun gibi sonsuza kadar
pak kalasınız.’ Ester Ülker takımyıldızının arasına yerleştirildi. Onlar
ise güzel insan kızlarıyla hemen kendilerini alçalttılar ama arzularını
tatmin edemediler. Ortaya çıkıp eşler aldılar, Hiwwa ve Hia adında
oğulları oldular. Azail ise erkekleri günah işleme düşüncesine yatkın
hale getiren, kadınların kullandıkları pek çok süs ve ziynet eşyasının
efendisi oldu.’”
Son cümlede söyleneni daha sonra tekrar
edeceğiz 47 Midraş’taki Azail’in
Muhammedi efsanedeki Azrail olduğuna da dikkat edilmelidir.
Muhammedi efsaneyi Yahudi efsanesiyle
karşılaştırırken ilkinin, kelimesi kelimesine değilse de, ağızdan ağza
aktarıldığı şekliyle ikincisinden çıktığını algılamamak mümkün değildir.
Ancak “Yahudiler bu efsaneyi nereden öğrendiler?” sorusunun yanıtını
irdelemeden önce, efsanenin Muhammedi biçiminde bazı ilginç noktalar
vardır.
Bu noktalardan biri, Harut ile Marut’un
adlarının kökenidir. Bu meleklerin aslında adlarının başka olduğu,
onlara sırasıyla Azz ve Azabi adlarının verildiği, daha sonraki
adlarının ise İbrani ve Arap dillerinde ortak olan köklerden meydana
geldiği söylenmektedir. Bununla beraber, Midraş Yalkut’ta, günah işleyen
meleklere Şemhazai ve Azail adı verilmektedir. Oysa Arap efsanesinde
Azrail’in aşağıya inmesine rağmen, üçüncü bir kişi olarak Harut ile
Marut’a eşlik ettiği ve daha sonra da fiilen günah işlemeden cennete
geri döndüğü anlatılmaktadır. Günümüzde Müslümanlar Azrail’i, Ölüm
Meleği diye kabul etmektedirler. Yahudilerde ise bu rolü Sammail
oynamaktadır. Arap efsanesinde, Harut ile Marut adlarının, bu iki meleğe
günah işlemelerinden sonra verildiğini anlatılmaktadır. Bu ikisinin
adının Hıristiyanlık çağının üçüncü ve dördüncü yüzyıllarında
Ermenilerin Hıristiyanlığa dönmeden önce taptıkları antik Ermeni
tanrılarının adları olduğunu gördüğümüzde, bunun altında yatan anlam
netleşmektedir. Ermenice adları Horot ile Morot’tu. Modern bir Ermeni
yazar, ülkesinin antik mitolojisinde onların oynadıkları tahmin edilen
rolü şu kelimelerle anlatmaktadır:
“Masis (Ararat) Dağı’nın yarı-tanrıları
Horot ile Morot ve Amenabegh kuşkusuz Tanrıça Spandaramit’in
yardımcılarıydı. Bugün bilmediğimiz belki başka tanrılar da vardı.
Bunlar, dünyanın üretkenliğinin ve verimliliğinin özel
destekçileriydi. 48”
Ermenice Spandaramit, Avesti dilindeki,
dünyayı yöneten ve erdemli kadınları koruyan kadın başmelek Spenta
Armaiti’dir. Avesta’da Harot ile Morot, Haurvat (veya Haurvatat) ve
Ameretat “bolluk” ve “ölümsüzlük” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar,
iyi olan her şeyin yaratıcısı Ahura Mazda’nın (Ormazd) baş asistanları
ve hizmetlileri olan Amşaspand’ların (Ameşa-spentas, “cömert
ölümsüzler”) beşincisi ve altıncısıdırlar.
Ermeni mitolojisindeki Horot
ve Morot gibi,
Avesta’da da Haurvatat ve Ameretat ayrılmaz
arkadaşlardır. İkincisi, bütün bitkiler alemine başkanlık eder.
Daha
sonra bu adlar eski Farsçada giderek Hordad ile Murdad’a dönüşmüş ve bu
iki iyi cin, adlarını yılın üçüncü ve beşinci aylarına vermiştir. Bu
kelimeler tamamen Ari kökenlidir
ve Sanskritçede doğru biçimleriyle (sarvata
ve amrita- ilki Rig Veda’da sarvatiti olarak
geçer) karşımıza çıkar, ancak bunlar mitolojik varlıklar haline
getirilmemiştir. Ari efsanesinde Spenta Armaiti olarak kişileştirilen bu
yarı-tanrıların, yeryüzüne bereket sağladığı ve her türlü verimliliğe
egemen oldukları anlatılmaktadır. Onlar kutsal varlıklardı ve
Muhammedi efsanedeki gibi, Ormazd’ın emri uyarınca dünyaya inmişlerdi.
Ancak görevlerini yerine getirmeleri aslında günah düşüncesiyle
bağdaştırılmamıştır. Adlarını antik Ermeni ve Pers mitolojilerinden
aldıkları için, Muhammet (ya da ona bilgi verenler) bunları Yahudi
mitolojisindeki günahkâr iki melekle karıştırmıştır. Daha sonra da ele
alacağımız gibi 49, Muhammet, Yahudi
kaynaklarının yanı sıra Farsça kaynaklardan da bilgi toplamamıştır ve
aslında birbirinden tümüyle bağımsız olan iki mit arasında, Muhammet’in
bunların bir ve aynı olduğunu düşünmesine yol açan yeterince benzerlik
vardı. Böylece Arilerin iki cinin asıl oyuncular diye sahneye çıkmasıyla
meydana gelen tuhaf olgunun başlıca özellikleri Talmud’dan alınmıştır.
Yahudi hikayesinde Ester adı verilen kız,
antik Babil’in tanrıçası İştar’dır. Filistin ve Suriye’de Aştoret
adıyla tapılmıştır. Aşkın ve günahkâr tutkuların tanrıçasıydı. Grekler
ve Romalılar onu sırasıyla Afrodit ve Venüs ile özdeşleştirmişlerdi.
Arapların Zühre dedikleri Venüs gezegeniyle de özdeşleştirildiği için,
Yahudi ve Arap hikayelerindeki adlar arasındaki farkın önemsiz olmadığı,
gerçek bir varlık olduğundan söz edilen bu mitolojik kişiliğin bir ve
aynı olduğunu anlamak kolaydır.
İştar’ın, Babil ve Asur mitolojilerinde
ne kadar önemli rol oynadığı iyi bilinmektedir. Onun çok sayıdaki aşk
efsanelerinden biri burada çevrilmelidir, çünkü meleklerin işledikleri
günah öyküsünün aslını kısmen açıklamakta, Zühre’nin ya da Ester’in
neden göğe yükselmesine izin verildiğini ve göğe yükseldiğini de
anlatmaktadır.
Babil mitinde, İştar’ın Gılgamış adındaki
bir kahramana aşık olduğu ve Gılgamış’ın onun tekliflerini geri
çevirdiği bize anlatılır:
“Gılgamış, tacını giydi. Görkemli Tanrıça
İştar, Gılgamış’ın ilgisini (çekmek amacıyla ona) şunları söyledi: ‘Öp
beni, Gılgamış; benim güveyim ol. Armağan olarak bana meyveni ver. Ben
senin karın, sen de benim kocam ol! Sana lacivert taşı ve
altından bir savaş arabası donatacağım. Tekerlekleri altından, iki
dingili de elmastan olacak. Her gün kocaman katırlara boyunduruk
takacaksın. Sedir ağacı kokan evimize gir” 50
Ancak Gılgamış onu karılığa kabul etmeyi
reddetmiş ve sonları kötü biten çok sayıdaki eski kocalarının bazısından
söz ederek onunla alay etmiştir. Hikaye şöyle devam ediyor:
“Tanrıça İştar, öfkelenip göklere çıktı.
Tanrıça İştar, Anu’nun önüne (geldi)”. Anu cennetti ve en eski Babil
mitolojisinde cennet tanrısıydı. İştar onun kızıydı. Muhammedi
efsanedeki gibi burada da, onun göğe çıktığından söz edildiğini
görüyoruz. Babil efsanesinde Gılgamış’ı baştan çıkarmaya çalıştığı gibi,
ikinci söz edilen efsanede de melekleri günaha teşvik etmiştir.
Kuran’da ve Hadislerde anlatılana oldukça
benzeyen bir hikayeye Sanskrit edebiyatında da rastlıyoruz. Bu,
Mahabha-rata’daki Sunda ve Upasunda 51 hikayesidir. Burada
bize, bir zamanlar Sunda ve Upasunda adlı iki kardeşin dünyanın
zevklerinden çok uzak yaşadıkları, çok şeyi hak ettikleri
anlatılmaktadır –aslında sonunda hem dünyanın hem de cennettin
egemenliğini alacak kadar çok. Tanrı Brahma böyle giderse bütün
egemenliğini kaybedeceğinden korkmaya başladı. Bunu önlemek için bu iki
rakibini yok etmeye karar verdi. İzlediği yöntem, Müslümanların Huri,
antik dönemdeki Hindu-ların ise Aprasas adını verdikleri cennetin
bakirelerden birini göndererek onları ayartmaktı. Bunun üzerine
Tilottama adlı çok güzel bir Aprasas yarattı. Armağan olarak kardeşlere
gönderdi. Onu görünce Sunda kızın sağ elinu, Upasunda ise sol elini
tuttu. Her biri onu karılığa almak istedi. Kıskançlık, kardeşlerin
yüreklerine nefret ve düşmanlık girmesine yol açtı. Sonunda birbirlerini
öldürdüler. Sonra Tilottama, Brahma’ya döndü. Kendisini bu iki
rakibinden kurtardığı için çok sevinen Brahma onu kutsayarak şöyle dedi:
‘Üzerine güneşin ışınlarının yansıdığı, dünyanın gittiğin her yerinde,
süsünün parlaklığı ve güzelliğinin ihtişamından ötürü kimse sana
bakamayacak.’”
Bu hikayede perinin gökyüzüne çıktığından
söz edildiğini görüyoruz. Ancak Hindu hikayesi, Babil’inkine benziyor
ve Muhammedilerinkinden farklıdır. Apsaraslar yeryüzünü sık sık ziyaret
etseler de, gökyüzünde oturdukları için, kızın göksel yerlerle ilgisi
olduğu başta anlatılmaktadır. İştar ise tanrıçaydı. Hindu efsanesindeki
iki erkek kardeş, sonunda göğün üzerinde otorite elde etse de, önce
yeryüzündeydi. Burada, Yahudilerin ve Muhammedilerin efsanelerindeki
gökten inen meleklerden biraz farklıdırlar. Ama bu konuda da fark
önemsizdir, çünkü Hindu mitinde iki erkek kardeşin Marutların yani
fırtına tanrılarının annesi olan tanrıça Diti’nin soyundan geldiği
açıklanmaktadır. Bu çeşitli efsanelerin arasındaki benzerlik çok dikkat
çekicidir.
Yine de bütün bu farklı uluslarda geçerli
olan hikayenin farklı biçimlerinin bir ve aynı kaynaktan geldiğini pek
düşünemeyiz. Yahudiler hikayenin en azından bir bölümünü, özellikle de
İştar ya da Ester’in adıyla birlikte diğer bazı ayrıntıları
Babillilerden, almışlar, Babilliler ise kendilerinden daha eski bir ulus
olan Akadlardan öğrenmişlerdi. Putperest bir kaynaktan geldiği
unutularak bu hikaye Talmud’a dahil edilmiş, Müslümanların Kuran’larıyla
hadisleri de Yahudilerin otoritesine dayanarak onu almıştır.
Yahudilerin bu efsaneyi nasıl kabul
ettiklerini daha çok incelersek, bunun yanıtı, Yaratılış’taki İbranice
bir kelimenin anlamını yanlış anladıkları için bunu yaptıklarıdır.
Yaradılış vi 1-4’de geçen Nefil sözcüğünün, nefal (düşmek)
sözcüğünden türetildiği sanılmıştır. Yonatan ben Uzziel, Targum’unda,
bunu “düşmüş melekler” olarak anlamış ve böyle anladığında da kuşkusuz,
sözcüğün o dönemde geçerli olan etimolojisini benimsemiştir. Etimolojiyi
açıklamak için, hikayenin bir kısmı kurgulanmış, bir kısmı da
(gördüğümüz gibi) bilgisiz Yahudiler tarafından Babil mitolojisinden
alınmıştır. Bu, daha önce işaret ettiğimiz gibi, Ur’un yanlış
etimolojisinin İbrahim’in "Kildanilerin ateş yanan ocağından"
kurtulması hikayesini ortaya çıkarması gibidir. Yonatan, Yaradılış vi
4’ü yorumlarken, Nefil’i, “Şemhazai ve Uzziel: Gökten düştüler
ve o günlerde dünyadaydılar” diye açıklamaktadır. Daha önce alıntı
yaptığımız Midraş Yalkut’daki efsane de bu hatadan doğmuştur.
Yine de, Nefil’in “düşmek” anlamına gelen
yüklemden türetildiği varsayımını kabul etsek bile, adın kökenini böyle
açıklamak gerekmiyordu. Onkelos, Targum’unda daha bilgece
davranmaktadır. Çaresizlerin üzerine şiddetle düşen ve onları
ezen bazı adamlar olduğu için, Nefillere böyle bir ad verildiğini
anlamıştır. Bu Targum’da bu kelime, “şiddet yanlısı adamlar” yani
“eziyet edenler” anlamında tercüme edilmiştir.
52 Daha yakın zamanlarda
ise diğerleri kelimenin “düşmek” anlamına gelen nefal’in
türevi olduğunu kabul etmeyerek onu, Arapça “soylu”, ayrıca da
“okçulukta usta” anlamına gelen nebil (*Arabic*) ile
bağdaştırmayı tercih etmişlerdir. Ancak Yaratılış’ın ilk bölümlerindeki
birçok özel ad gibi, bu kelimenin de Sami dillerindeki herhangi bir
kökle ilgisinin olmadığı, kaynağının Sümerlerden geldiği kanıtlanabilir.
Daha da bilgisiz Yahudiler harikaları
sevdikleri için, düşmüş meleklerin günahı hikayesi giderek daha da tuhaf
ve olağanüstü bir hale gelmişti. Önce sadece iki meleğin düştüğünden
söz ediliyordu ve bu yalnızca İştar’ın Gılgamış’ı ayarttığı Babil
hikayesinin abartılmış biçimiydi. Ama daha sonra Yahudilerin rağbet
ettiği hikayelerde sayıları giderek arttı. Sonunda Apokrif Hanok
kitabında cennetten düşen meleklerin sayısının 200’ü bulduğu ve bunların
hepsinin kadınlarla günah işledikleri için düştükleri söylenmektedir.
Bu kitaptan yapılan aşağıdaki alıntı, efsaneyi, daha önce yaptığımız
alıntılardan çok daha eksiksiz anlattığı için önemlidir. Ayrıca burada, Midraş
Yalkut’daki Yahudi efsanesinin sonucuyla ve daha sonra göz önünde
tutacağımız Kuran’daki bir yazıyla uyumlu bir ifade vardır. “O günlerde
insan çocukları her nerede çoğalsa, hoş ve güzel kızları oldu. Cennetin
oğulları melekler onları gördü, onları arzu etti ve birbirlerine,
‘Gelin, kendimize insanlardan eş seçelim, bizim de çocuklarımız olsun’
dediler. Başları Semiazas onlara, ‘Korkarım bu işi yapmayı kabul
etmeyeceksiniz ve büyük bir günahın tek suçlusu ben olacağım’ dedi. Hep
bir ağızdan ona şöyle dediler: ‘Ant içelim. Bu işi sonuna erdirinceye
kadar, bu niyetimizden vazgeçersek, lanet altında hepimiz birbirimize
bağlanalım.’ Hep birlikte ant içtiler ve böylece lanet altında
birbirlerine bağlandılar.” İsyancı meleklerin başkanlarının adlarını
verdikten sonra hikaye şöyle devam ediyor: “Kendilerine eşler aldılar:
Onların her birini kendilerine eş olarak seçtiler… Karılarına zehri,
büyüyü ve kök toplamayı öğrettiler. Onlara otları gösterdiler… Azail
insanlara kılıç, silah, kalkan, göğüslük yapmayı, meleklerin
öğrettiklerini öğretti. Onlara madenleri, madenleri işlemeyi,
bilezikleri, süsleri, boyaları, göz banyosunu, her tür değerli taşı ve
boyayı gösterdi.” 53 Kadın süslerinin
kökenini anlatan bu hikaye Midraş’da gördüğümüzle aynıdır (yk. bk. s
98). Bu, bizim Kuran’da yer alan aşağıdaki yazının ne anlama geldiğini
anlamamızı ve kaynağını görmemizi sağlamaktadır. Bu yazıda Muhammet,
Harut ile Marut’tan söz ederken, insanların, erkeği karısından ayırmayı
onlardan “öğrendiklerini” 54 söylemektedir. Ve
“Oysa Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler, onlar
kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler” diye
eklemektedir.
Bu meleklerin adlarında, Ermeni ve belki de
Pers izleri algılasak bile, Harut ile Marut hikayesinin, en azından
bütün önemli özelliklerinin bir Yahudi kaynağından alındığına dair daha
fazla kanıt ortaya koymak pek gerekmiyor. Yahudilerin, efsaneyi
Babillilerden aldıklarını ve büyük ölçüde, Yaratılış’taki İbranice bir
kelimenin anlamını yanlış anladıkları için onu kabul ettiklerini gördük.
Muhammet, bazı Hıristiyanların, Yaradılış
vi 1-4’ü, geçmişte olduğu gibi bugün de aynı şekilde anlayan Yahudiler
gibi anladıklarında ısrar etmiş olabilir ve bu görüş olasılıkla
doğrudur. Ancak bütün bunlar kabul edilse bile, Muhammet’in bu hikayeyi
yanlışlarla dolu bir kaynaktan aldığı bellidir. Kuran’da ve hadislerde
anlatıldığı şekliyle bu, olasılıkla doğru bir kaynak olamaz.
5.Diğer Örnekler
Kuran’ın Yahudi efsanelerinden aldığı başka
her noktadan bütün ayrıntılarıyla söz edemiyoruz. Örneğin; Kuran’da
Yusuf, Davud ve Saul (Talut) konusunda anlatılanların
incelenmesi, Kutsal Kitap’ta bize bu kişiler hakkında anlatılanlardan ne
kadar farklı olduğunu gösterecektir. Her örnekte değilse de, çoğunda,
Kutsal Kitap’taki anlatımdan sapılmasının nedeni, Muhammet’in, bu
adamların kutsal metinde anlatılan gerçek tarihçeleri yerine, döneminde
revaçta olan Yahudi efsanelerinin peşine düşmesidir. Efsaneleri ara sıra
yanlış anlamış ya da hayal gücüyle ve başka kaynaklarla genişletmiştir.
Ama daha önce uzun uzadıya açıklanan efsaneler, diğer bütün benzerleri
için birer örnek oluşturacaktır.
Şimdi, başka örnekleri ele alarak devam
ediyoruz. Kuran’ın Yahudi efsanelerine ne kadar borçlu olduğu bu
örneklerden bellidir.
Sure VII, Araf, 170’de şunları okuyoruz:
“Bir zamanlar dağı İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık da
üstlerine düşecek sandılar. ‘Size verdiğimi (Kitab’ı) kuvvetle tutun ve
içinde olanı hatırlayın ki korunasınız’ dedik.” Celaleyn ve diğer İslam
yorumcuları bu ayeti açıklarken, Allah’ın, dağı (Sina) yerinden
kaldırarak İsrailoğullarının tepesinde tuttuğunu, Musa’nın Yasasındaki
emirlere uymazlarsa onları, dağı üzerlerine bırakarak ezmekle tehdit
ettiğini belirtiyorlar. Daha önce İsrailoğulları inatçılıkları yüzünden
itaat etmeyi kabul etmiyorlardı. Ama bu tehdidi duyunca yasayı kabul
ettiler. Sonra Allah, yukarıda alıntı yaptığımız ayetteki konuşmasının
geriye kalan bölümüne devam etti. Sure II, Bakara 60, 87’de de aynı
efsaneden söz edilmektedir.
Bunun kaynağı Yahudilerin Avodah Zarah
(böl. ii. § 2) adlı risalesidir. Burada, bunun üzerine (Tanrı’nın
İsrailoğullarına şöyle dediği) bize anlatılmaktadır: “Bir kapak gibi
dağı üzerinize kapadım.” Sabbat’ta da (fol. 88, 1) şunları
okuyoruz: “Bu sözler bize, O’na yücelik olsun, Kutsal Olan’ın, dağı bir
çanak gibi onların üzerinde ters çevirdiğini ve onlara, ‘Yasayı kabul
ederseniz, pekala; ama etmezseniz burası size mezar olacak’ dediğini
öğretmektedir.”
Pentatük’te böyle bir efsanenin olmadığını
söylemek belki de pek gerekmiyor. Bunun kaynağı, Kutsal Kitap’taki
sözleri yanlış anlayan bir Yahudi yorumcunun yaptığı hatadır. Çıkış
xxxvii, 19’da bize, Musa’nın, elinde iki taş levhayla dağdan indiğinde,
İsrailoğullarının kendi yaptıkları bir altın buzağıya taptıklarını
gördüğü anlatılmaktadır. Bu utanç verici sahneye öfkelenerek levhaları
fırlatmış ve onları dağın eteğinde parçalamıştır. Bölüm xix
17’de ise bize, Tanrı Musa’ya yasayı verirken halkın “dağın altında (ya
da eteğinde) durduğu söylenmektedir.” Bu iki ifade de “dağın
altında” demektir. Ama daha sonra harikaları seven saf Yahudiler bu
ifadeyi yanlış anlamayı tercih etmişler ve “dağın altında” sözlerini
açıklamak için dağın havaya kaldırıldığına dair bir efsane
uydurmuşlardır. Bununla beraber, dağın insanların başları üzerinde
tutulduğu efsanesi, Sanskrit Sastras’da anlatılan bir Hindu efsanesine
hayret uyandıracak kadar benzemektedir. Doğduğu kent olan Gokula’daki
halkı şiddetli bir yağmur fırtınasından korumak isteyen Krişna’nın,
bütün dağların en büyüğü olduğu söylenen Govardhana adındaki dağı,
kayalık tabanından söküp havaya kaldırdığı ve yedi gün, yedi gece onu,
şemsiye gibi parmaklarının ucunda tuttuğu anlatılmaktadır! Yahudilerin
bu hikayeyi Hindulardan aldıklarını düşünemiyoruz. Ancak Kuran’da
anlatılan bu efsaneyi Muhammet’in Yahudi kaynaklarından aldığı bellidir.
Ne var ki, İbranice “dağın altında” ifadesinin, kelimesi kelimesine 55 ve tuhaf şekilde
anlaşılması hikayenin böyle kabul edilmesine ya da kurgulanmasına yol
açmıştır.
Ama İsrailoğulların çölde geçirdikleri süre
içerisinde yaşadıkları konusunda Kuran’da anlatılan tek olağanüstü öykü
bu değildir. Musa’nın yokluğunda, tapmak için yaptıkları buzağıyla
ilgili bize anlatılanlar da daha az ilginç değildir. Sure XX, Taha’da 56, Musa dönüp de onları
bu yüzden azarladığında, ona şöyle demişlerdir: “Biz, o kavmin
(Mısır’lıların) ziynet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra
da onları atmıştık; aynı şekilde Samiri de atmıştı. Bu adam, onlar için
böğürebilen bir buzağı icat etti.” Celaleyn’in açıklamasında, buzağının
böğürme yeteneğinin olduğu söylenir, çünkü aynı surenin 96’ncı ayetine
göre, Melek Cebrail’in atının toynak izlerinden kalan bir avuç toprak
ona yaşam vermişti. “Samiri” bu toprağı alıp buzağının ağzına sokmuştu.
Bu efsane de, Yahudilerden çıkmıştır. Haham
Eli'ezer Risalesi § 45’den çevirdiğimiz aşağıdaki parçada bu
açıkça bellidir. “Bu buzağı ortaya çıktığında böğürüyordu ve
İsrailoğulları bunu gördüler. Haham Yehuda, onun içinde Sammail’in
saklandığını ve İsrailoğullarını kandırmak için böğürdüğünü söyler.”
Buzağının böğürebildiği düşüncesi, altından yapılmış olmasına rağmen
(Çıkış xxxii 4) canlı olduğu, çünkü ateşten “ortaya çıktığı” (24. a.)
varsayımından kaynaklanmalıdır. Bir mecaz anlatım kullanılmasının,
kelimesi kelimesine alındığında, bunu açıklayacak bir mitin doğmasına
yol açtığını yine burada da görüyoruz. Muhammedi yorumcu, Kuran’daki “böğürebilen
bir buzağı” sözlerini, onun “canlı” olduğu şeklinde yorumlarken sadece
bir adım daha ileri gitmiştir. Bu hayvanın nasıl böğürebildiğini
açıklamak için bunu yapmaktadır. Muhammet bu Yahudi efsanesinin büyük
bir bölümünü doğru anlamıştır ama Sammail kelimesi kafasını karıştırmış
gibi görünmektedir. Bunun, Ölüm Meleğinin Yahudi dilindeki adı olduğunu
anlamamış, belki de telaffuzu onu yanlış yola sevk etmiş, bu kelimeyi
“Samiriyeli” anlamına gelen “Samiri” şeklinde yanlış anlamıştır.
Yahudilerin Samiriyelilerin düşmanı olduğunu bildiği için tabii ki, bu
hatayı yapmış ve buzağının yapılmasını Samiriyelilerden birine mal
ettiklerini düşünmüştür. Daha sonra Samiriye denen bölgede kral olan
Yarovam’ın, yaptığı ve Dan ve Beytel’e yerleştirdiği buzağılara tapmaya
halkı yönlendirerek (1Kr. Xii.28, 29), “İsraillilere günah işlettiğini”
duymuş olduğunu hayal meyal hatırlaması, onun bu inancını kuşkusuz
pekiştirmiştir. Ama Musa’nın ölümünden yüzlerce yıl sonrasına kadar
Samiriye kenti inşa edilmediği ya da en azından bu ad verilmediği için,
buradaki tarih sürçmesi gülünçtür. Daha da dehşet veren tarih
sürçmelerinin sık sık karşımıza çıktığı Kuran’dan başka bir kitapta bu,
şaşırtıcı olurdu.
Başka birçok örnekte olduğu gibi,
Muhammet’in Kutsal Kitap’ı bilmemesi, bunun yerine Yahudi efsanelerine
aşina olması dikkat çekicidir. Kutsal Kitap’ta altın buzağıyı Harun’un
yaptığını ve burada Sammail ya da “Samiriyeli” ile ilgili hiçbir şey
okumadığımızı belirtmek gereksizdir.
Yine Sure II, Bakara 52, 53’de
İsrailoğullarının, “Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana
inanmayız!” dedikleri ve Allah’ın varlığının tezahürüne bakarlarken,
çarpan yıldırımın onları öldürdüğü; ama Allah’ın, ölümden sonra onları
dirilttiği bize anlatılıyor. Bu efsane de Yahudilerden alınmıştır, çünkü
Sanhedrin risalesi § 5’de onların (gökgürültüsündeki) İlahi
sesi duyduklarında öldükleri ama Yasa’nın onlar için aracılık ederek
onları yaşama döndürdüğü bize anlatılıyor. Şayet böyle bir efsanenin
dayanağını aramak gerekiyorsa, belki bu dayanak, İbranilerin Çıkış xx
19’daki “Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz” sözleri olabilir ((krş. Yas.
5:25).
Bütün Müslümanlar Kuran’ın, dünyanın
yaratılışından önce, “Levh-i Mahfuz” üzerine yazılmış olduğuna
inanırlar. Onların bu inançları, Sure LXXXV, Burüc, 21, 22’de
söylenenler uyarıncadır: “Hayır o, şanı yüce bir Kuran’dır. O, korunmuş
bir levha’dadır.” Ancak sure XXI., Enbiya 105’de, Allah’ın, “Zebur’da
da: ‘Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır’ diye yazmıştık” dediği
anlatılsa bile, Zebur’un da aynı antik döneme ait olduğuna inanmamaları
yeterince tuhaftır. Buradaki, “ülkeyi miras alacaklar” ifadesiyle Mez.
xxxvii, 11, 29’a gönderme yapılıyor. Bu, Kuran’da fiilen alıntı yapılan
tek Eski Antlaşma metnidir. Ancak Kuran’da Yasanın, Mezmurların ve
İncil’in saygıyla anıldığı 131 kadar paragraf vardır. Bunların Allah
tarafından peygamberlerine ve elçilerine “indirildiği” sık sık iddia
edilmektedir. Bir kitaptan, yazılıncaya kadar alıntı yapılamayacağı ve
otorite diye söz edilemeyeceği ve bu nedenle, Kutsal Kitap’taki
kitapların Kuran’dan önce var olması gerektiği birçok kişi için gün gibi
açıktır. Kuşkusuz, durumun böyle olduğunu tarihten biliyoruz. Ama
Müslümanlarda bu tarz bir düşüncenin hiç ağırlık kazanmadığını
görüyoruz. Onlar, Muhammet döneminden çağlarca önce Kuran’ın Levh-i
Mahfuz üzerine yazıldığı iddiasına hala sarılırlar. Kabul ettikleri
hadislerin bu cümleyi açıklarken bize neler anlattığını incelemeye devam
edeceğiz ve bu anlatımlardaki yanıtın, Kısasü’l-Enbiya’da (s.
3, 4) verildiği gibi olduğunu göreceğiz. Bu kitapta Allah’ın her şeyi
yarattığı anlatılırken şöyle deniyor: “Allah, tahtın altında (ya da göğün
en yüce katında) bir İnci ve bu inciden de Levh-i Mahfuz’u yarattı:
Yüksekliği 700 yıl, genişliği ise 300 yıl süren bir yolculuktu. Yüceler
yücesinin kudreti onun etrafını yakutlarla bezedi. Sonra Kalem’e şu emir
geldi: ‘Diriliş gününe kadar sürecek olan yarattıklarım konusundaki
bilgimi yaz.’ Bunlar önce Levh-i Mahfuz’a yazıldı: ‘Merhametli ve
Lutüfkâr Allah’ın adıyla. Ben Allah’ım. Benden başka Allah yoktur. Benim
kararıma boyun eğen, kendisine vereceğim rahatsızlıklara sabır gösteren
lütuflarıma şükran duyan kişiyi (adını) yazdım ve sadıklarla beraber
onu dirilttim; ve kim benim kararımdan memnun olmaz, kendisine vereceğim
rahatsızlığa sabır göstermez ve lütuflarıma şükran duymazsa benden
başka bir Rab arasın ve göğün altından gitsin. 57 Bunun üzerine Kalem,
bir ağaç yaprağının düşme ya da yükselme hareketine varıncaya kadar,
Yüceler Yücesinin, diriliş gününe kadar sürmesini istediği yaratılış
konusundaki bütün bilgisini yazdı, bütün bunları Yüceler Yücesinin
gücüyle yazdı.”
Levh-i Mahfuz fikri, Yahudilerden
alınmıştır. Yasa’nın Tekrarı kitabında (x 1-5) Tanrı’nın emriyle
Musa’nın, parçaladığı levhalarla aynı olan iki levha yonttuğu,
Tanrı’nın bunların üzerine On Emri yazdığı ve Musa’ya bunları akasya
ağacından bir sandıkta saklamasını emrettiği anlatılmaktadır. Burada levha
için kullanılan kelime, Arapça kelime ile aynıdır. 1. Krallar viii
9’da, bu iki levhanın, Musa’nın Tanrı’nın emri uyarınca yaptığı
Antlaşma Sandığı’nda korunduğunu öğreniyoruz. Tanrı’nın emriyle
ve gücüyle yazılan ve Yahudilerin, sonra da Muhammedilerin kabul
ettikleri Levh-i Mahfuz anlatımı budur. Yukarıda çevirdiğimiz Sure
LXXXV, 21, 22’deki anlatımdan, Muhammet’in bir değil, en azından iki
“Levh-i Mahfuz” bulunduğunu düşündüğü anlaşılıyor, çünkü günümüzdeki
Muhammedilerin de anladıkları üzere, Arapçası, “korunan levha” değil,
“korunan bir levhadır”. Bu durumda burada, Musa’nın hazırlayıp Antlaşma
sandığında koruduğu iki taş levhadan söz ediliyor olmalıdır.
Bunlar Tanrı’nın, halkıyla birlikte olduğunu simgeleyen Tapınma
Çadırında korunduğu için, bunların Tanrı’nın huzurunda korunduğunu
söylemek doğaldı. Levh-i Mahfuz’un göklerde korunduğu düşüncesi buradan
çıkıyordu ve bu inançtan, Levh-i Mahfuz’un çok eski bir tarihe ait
olduğu sonucuna varmak güç değildi.
Ama neden Muhammet Kuran’ın “korunan bir
levhaya” yazıldığını iddia ediyor? Bu soruyu cevap vermek için, yine
Yahudilere başvurmamız ve Antlaşma Sandığı’nda korunan iki levhanın
üzerinde, Yahudilerin, Muhammet döneminde ve öncesinde ne yazıldığını
düşündüklerini öğrenmemiz gerekiyor. Yasa’nın Tekrarı’nda bu levhalarda
sadece On Emrin yazdığı açıkça belirtilse de, bir süre sonra, bütün Eski
Antlaşma kitaplarının ve Talmud’un tamamının da bu levhalara yazıldığı
ya da en azından bu levhalarla birlikte verildiği inancı ortaya
çıkmıştı. Muhammet, Yahudilerin Kutsal Kitaplarıyla ilgili iddialarını
duyduğunda, kendi vahyinin de Levh-i Mahfuzlardan birinin üzerine
yazıldığını iddia etmesi onun için doğaldı. Aksi takdirde vahyinin, Eski
Antlaşma’nın yetkisiyle aynı yetkiye sahip olduğunu iddia etmesinin zor
olacağını düşünüyordu. “Korunan bir levha” kelimesinin ne demek
olduğunu anlamayan Müslümanlar, yukarıda değindiğimiz bütün bu
olağanüstü hikayeyi zaman içinde kurgulamışlardır.
Yahudilerin, levhaların içerikleri
konusunda ne düşündüklerini öğrenmek için Berakot risalesine
(sat. 5, sü. 1) başvurmamız gerekiyor. Burada şunları okuyoruz: “Haham
Simeon ben Lakiş ‘Halkın öğrenmesi için üzerine yasalarla buyrukları
yazdığım taş levhaları sana vereceğim’ (Çıkış xxiv. 12) ‘dendiğinde
neler yazılmıştır?’ dedi. Levhalar –bunlar, On Emir; okunan Yasa;
Emirler yani Mişna’dır:– bunları ben yazdım ve
şunlar da Peygamberler ve Ayografyalardır: sen bunları öğreteceksin,
bu, Gemara demektir. Ve bu, bütün bunların Musa’ya Sina’da
verildiğini öğretmektedir.’”
Bugün bilgi sahibi her Yahudi yukarıda
alıntı yapılan ayetin bu saçma açıklamasını reddetmemiz gerektiğini
kabul eder, çünkü Mişna’nın, Hıristiyanlık çağında 220 yılı civarında,
Yeruşalim Gemera’sının 430 yılı civarında, Babil Gemera’sının ise M.S
530 yılı civarında derlendiğini bilir. Ama bunu bilmeyen Müslümanlar, bu
iddiaları ses çıkarmadan kabul etmiş ve bunları Kuran’da kullanmış
gibidirler.
Kuran’ın, üzerine yazıldığının söylendiği
Levh-i Mahfuz efsanesinin bir Yahudi kaynağından alındığına dair
kanıtları tamamlamak için, geriye sadece, Avot Risalesi, böl. v., §
6’da, başka dokuz şeyin yanı sıra iki Yasa tabletinin de dünyanın
yaratılışı sırasında, ilk Şabat başlamadan önce günbatımında
yaratıldığının söylendiğini belirtmek kalıyor.
Muhammedi hikayede efsanevi Kaf dağının
önemli bir rol oynadığı iyi biliniyor. Bu harfle başlayan Sure L’ye Kaf
suresi denir. Adını söz konusu dağdan aldığı tahmin edilmektedir.
Yorumcu Abbasi, bu açıklamayı kabul eder ve bunu desteklemek için, İbn-i
Abbas’ın kuşaktan kuşağa aktardığı hadisten alıntı yapar. İbn-i Abbas,
“Kaf, yeryüzünü çevreleyen yeşil bir dağdır ve gökyüzü yeşil rengi
oradan alır: Allah, onun üzerine yemin eder” demektedir. 58. Araisü'l Mecalis 59’de şu sözlerle
daha tam bir açıklama vardır: “Yüceler Yücesi Allah yeşil zümrütten bir
dağ yarattı. Gökyüzünün yeşil olması bu dağ nedeniyledir. Ona Kaf dağı
denir ve her yeri” (bütün dünyayı) “sarar. Allah onun üzerine yemin
eder, çünkü ‘Kaf 60, Şerefli Kuran’a
andolsun’ demiştir.” Kısasü’l Enbiya’da, bir gün ‘Abdullah
İbn-i Selam’ın, Muhammet’e yeryüzündeki en yüksek dağ zirvesinin hangisi
olduğunu sorduğu anlatılmaktadır. Muhammet, “Kaf Dağı” demiştir. Ayrıca
bu dağın neden yapıldığını sorusuna cevap olarak da Muhammet, “Yeşil
zümrütten ve gökyüzünün yeşil olmasının nedeni budur” demiştir.” Soruyu
soran, “Allah’ın Peygamber’inin” bu konuda doğru söylediğine inandığını
ifade ederek, “Kaf dağının yüksekliği ne kadar?” diye sormuştur.
Muhammet, “Yüksekliği 500 yıllık bir yolculuğa tekabül eder” cevabını
vermiştir. Abdullah, “Çevresi ne kadar?” diye sormuştur. “2000 yıllık
bir yolculuk.” Burada Müslüman efsanelerinde çok geçen bu olağanüstü
sıradağlar konusunda anlatılan başka ayrıntılara girmemiz gerekmiyor.
Böyle sıradağların var oluş efsanelerinin
kökenini araştırırsak, bunun yanıtı Hagiga xi. § 1’de
verilmektedir. Burada, İbranice ender kullanılan bir kelime olan,
Yaradılış i: 2’deki “Tohu”nun açıklaması şöyle yapılmaktadır: “Tohu,
bütün dünyayı çepçevre saran bir yeşil çizgidir ve karanlık
buradan başlar.” Burada çizgi olarak ifade ettiğimiz İbranice
sözcük Kav’tır. Muhammet ve müritleri bu İbranice Kav kelimesini
duyduklarında, bunun “çizgi” demek olduğunu bilmedikleri için, bütün
yeryüzünü çevrelediği ve karanlığın meydana geldiği söylenen bu şeyin,
kuşkusuz Kaf ya da Kav adında bir sıradağ olması
gerektiğini düşünmüşlerdir. Coğrafyacıların, Muhammedi hadiste anlatılan
sıradağları 61 -şimdiye kadar-
bulamadan, bütün dünyayı keşfetmiş olduklarını söylemek pek
gerekmemektedir!
Başka birçok görüşten birkaçını daha
belirtmeliyiz. Bunlar, Kuran’a ve hadislere girdiği görülen,
Yahudilerden geldiği açıkça belli olan görüşlerdir.
Sure XVII, İsra, 46’da 62 yedi gökten, Sure XV,
Hicr, 44’de, cehennemin yedi kapısından söz edilmektedir. Bunların
ikisi de Yahudi geleneğinden alınmadır. Birincisi Hagiga, bölüm
ix § 2’de, ikincisi ise Zohar, bölüm ii. s. 150’dedir.
Hinduların yeryüzünün altında yedi katman ve yeryüzünün üzerinde de,
deyim yerindeyse yedi kat bulunduğuna ve bunların hepsinin, Seşa
adındaki bin başlı devasa yılanın başlarından birinin üzerinde durduğuna
inanmaları dikkat çekicidir. Bu yedi gök, kuşkusuz güneşin
yörüngeleriyle ay ve Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn gezegenleriyle
özdeştir ya da özdeşti. Muhammet döneminde bunların yeryüzünün
çevresinde dolaştığı tahmin ediliyordu. Muhammedi hadise göre yedi 63 katlı dünya bir
boğanın boynuzları arasında durur. Boğanın 400 boynuzu vardır ve
boynuzların birbirinden uzaklığı 500 yıllık bir yolculuk demektir.
Boğanın, boynuzları gibi gözü, burnu, kulağı, ağzı ve dili de çok
sayıdadır. Ayakları, suyun, kırk yıl sürebilen bir yolculuk kadar
derinliğinde yüzen bir balığın üzerine basar. Başka bir otorite ise
dünyanın öncelikle bir meleğin başı üzerinde durduğuna, meleğin
ayaklarının da, boğanın desteklediği kocaman bir yakut kayasının üzerine
bastığına inanmaktadır. Dünya ile boğa arasında bir bağlantı olduğu
fikri olasılıkla Ari kökenlidir 64. Dünyanın yedi katlı
olduğunu anlatan bu efsane, olasılıkla dünyanın bu açıdan gökyüzüne
benzediğini anlatma isteğinden doğmuştur. Ama Avesta’daki, dünyada yedi Karşvares’in
ya da bugün “yedi iklim” denen yedi büyük bölgenin bulunduğuna dair
Farsça ifadenin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmış da olabilir. Bu
nedenle Yeşt, xix § 31’de Cemşit’in “dünyanın yedi bölgesine”
egemen olduğu anlatılmaktadır. Bu da yine Hindu coğrafyasının dvipa’larına
tekabul eder. Bunların, alt alta yer aldığını düşünmek yanlıştır. Yedi Karşvares’den
ilki yüksek bir dağ platosuydu, diğerleri ise daha alçak seviyedeydi.
Allah’ın tahtından söz edilen Sure XI, Hud
9’da, yer ve gökler yaratılmadan önce 65, “Tahtının sular
üzerinde”, havada durduğu söylenir. Yahudi yorumcu Raşi, Yaradılış i,
2’yi yorumlarken, çok bilinen bir Yahudi geleneğini de ekleyerek şunu
yazar: “Lutuf Tahtı havada duruyor ve sular üzerinde geziniyordu.”
Muhammedi yazarlar Sure XLIII, Zuhruf,
77’de adı geçen Melek Malik’in, cehenneme bakmakla görevlendirilen on
dokuz meleğin (Sure LXXIV., 30) başı olduğunu anlatırlar. Yahudiler de
bir “cehennem prensi” olduğunu sık sık yazarlar. Ancak Müslümanlar,
Malik’in adını Molek’ten almışlardır. O, Kutsal Kitap’ta, eski
Kenanlıların taptıkları ve onuruna insanları canlı canlı yaktıkları
anlatılan tanrılardan biriydi. Arapçada olduğu gibi, İbranicede de bu
kelime geniş zaman ortacıdır ve “yönetici” demektir.
Sure VII, Araf, 44’te bize, cennet ile
cehennem arasında, sureyle aynı adı taşıyan bir bölüm bulunduğu
anlatılmaktadır. Aslında sure, içinde Araf’tan söz edildiği için bu adı
almıştır. “İki taraf üzerinde bir perde ve Araf üzerinde de insanlar
vardır.” Bu görüş, Vaiz vii, 14’ü açıklayan Midraş’tan alınmıştır.
Burada, onlar (cennet ile cehennem) “birbirinden nasıl ayrılıyor?” diye
sorulduğunda, Haham Yohanan’ın “bir duvarla”, Haham Aha’nın “bir alanla”
dediği belirtiliyor. “Hahamlar, ışığın bir yandan öte yana geçecek
kadar ikisinin de birbirine yakın olduğunu söylüyorlar.” Bu görüş
olasılıkla Avesta’dan alınmıştır. Burada cennetle cehennem arasındaki bu
bölmeden Misvanogatus (Fargand XIX) adıyla söz edilmektedir.
Burası, “günahlarının ve sevaplarının birbirini dengelediği işler
yapanların canlarına ayrılan 66” yerdi. Pehlevi
dilinde buna Misvat-gas denirdi. Zerdüştler, cennetle cehennem
arasındaki alanın, ışık ve karanlık arasındaki alanla aynı olduğuna
inanıyorlardı. Sevapları ve günahları eşit olanlara özel bir yer
ayrıldığı görüşü başka dinlere de geçmiştir.
Şeytanı konu edinen Sure XV, Hicr, 18’de,
şeytanla diğer düşmüş meleklerin, Allah’ın, göklerdeki meleklere verdiği
emirleri “gizlice dinlemeye” çalıştıkları anlatılmaktadır. Aynı fikir,
sure XXXVII, Saffat, 8’de ve Sure LXVII, Mülk, 5’te de tekrar
edilmektedir. Bu inanç Yahudilerden gelmektedir, çünkü Hagiga, bölüm
vi § 1’de, cinlerin, gelecekte neler olacağını öğrenmek için “bir
perdenin arkasından” dinledikleri söylenir. Kuran’da, meleklerin, onları
kaçırmak için üzerlerine akanyıldızlar attıkları anlatılır.
Yargı Günü’nden söz eden Sure L, Kaf,
29’da, Allah’ın şöyle dediği anlatılıyor: “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’
deriz. O da ‘Daha var mı?’ der”. Bu, Haham Akiba'nın, Otiot’unun
viii. bölüm, § 1’da okuduklarımızın yankısıdır: “Cehennem Prensi
günbegün (yani her gün), ‘Bana yemek verin, doyayım’ diyor”
Yahudilerin bu kitabında, bu iddianın doğruluğunu kanıtlamak için, Yeş.
v, 14’e gönderme yapılmaktadır.
Sure XI, Hud, 42’de ve Sure XXIII,
Mü’minun, 27’de de bize, Nuh’un zamanında “suların coşup yükselmeye
başladığı” anlatılıyor. Kuşkusuz bu, Yahudilerin, “Tufan kuşağının,
yükselen suyla cezalandırıldığı” görüşüne göndermedir (Roş Haşşana
xvi., § 2, ve Sanhedrin cviii). Kuran’da, kafirlerin Nuh ile
alay ettiklerine dair ifade bütünüyle, Sanhedrin risalesinin bu
bölümünden ve diğer Yahudi yorumcularından alınmaktadır. Olasılıkla
bunu bilmeyen Celaleyn, Sure XI, 42’yi yorumlarken, ekmek fırınının
“coştuğunu” ve bunun, Tufan’ın yaklaştığına dair Nuh’a verilen bir
işaret olduğunu söyler.
Yahudi geleneğinin, İslamiyet’in üzerindeki
büyük etkisi konusunda daha fazla kanıt gerekiyorsa, şu dikkate değer
olgu bunu sağlayacaktır: Müslümanlar Kuran’daki üslupla ve Arapçasının
temizliğiyle, bir mucizenin ve kitabın İlahi kaynaktan geldiğinin kanıtı
diye övünseler de, aslında Arapça olmayan ama Aramiceden ya da
İbraniceden alınan bazı kelimeler vardır. Şunlar sayılabilir:
(*Arabic*)
(*Arabic*) Bunlar, üç dilde de ortak olan
köklerden türetilmiştir ama Arapça dilbilgisi kurallarına göre
oluşturulmamıştır. Ancak bu kelimeler İbranicede ve Aramicede sık sık
karşımıza çıkar ve aslında bu dillere mensuptur. (*Arabic*), “Firdevs”
kelimesi geç dönemdeki İbraniceden alınmıştır ama eski Farsçadan
gelmektedir. Bu dile ve Sanskritçeye mensuptur. (*Arabic*) kelimesi
Grekçeye ne kadar yabancıysa o da o kadar Arapçaya yabancıdır. Muhammedi
yorumculara, bu kelimelerin anlamının tam karşılığını bulmak çoğunlukla
imkansız gelmektedir, çünkü Muhammet’in bunları aldığı dilleri
bilmezler. Bunların ne anlama geldiğini öğrendiğimizde, anlamın metne
tam oturduğunu görürüz. Örneğin; (*Arabic*)(melekut)
kelimesinin, meleklerin doğası ya da yaşadıkları yer demek olduğunu
düşünmek genelde yapılan bir hatadır, çünkü bu kelime, (*Arabic*) “melek”ten
türetilmemiştir, İbranice (*Arabic*)(melkut), “krallık”
kelimesinin Arapça yazılışıdır.
Yahudilerin ibadet tarzlarının Muhammediler
üzerindeki etkisi hiç de önemsiz değildir. Muhammedilerin başlarını
kapayarak ibadet etme, (şayet kadınların cemaatle birlikte ibadet
etmelerine izin verilirse) camide kadınlarla erkekleri ayırma ve
ayakkabıları çıkarma adetlerini Yahudilerden aldıklarını düşünmek
kuşkusuz hata olur. Olasılıkla bunların hepsi, çok eskiden beri Sami
uluslar kadar Arapların da adetleriydi. Müslümanların abdest
törenlerinde de Yahudileri taklit etmeleri büyük bir olasılıktır ama
burada kuşku payı vardır. Gördüğümüz gibi, Muhammediler bir süre
Yeruşalim’e dönerek ibadet etmeyi benimsemişler ama sonunda onun yerini Kıble
olarak Mekke almıştır. Bir ayın oruç ayı olarak kutlanmasının ise
Yahudilerden değil, Sabiilerden alındığını öğrenmiştik 67. Ancak bu oruçla
ilgili bir kural emredilmiştir ki, kuşkusuz bu, Yahudilerden alınmıştır.
Sure II, Bakara, 183’de, bu ay boyunca geceleri doyasıya yemekle ilgili
bir emir verilmektedir. Kuran şöyle der: “Sabahın beyaz ipliği
(aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar
yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” Burada ipliklerin
renginden söz edilmesi, Müslümanlara, güneşin doğuşundan hava
kararıncaya kadar oruç tutmalarının emredilmesi demektir. Günün tam
olarak ne zaman başladığı sorulduğunda, ayetteki gibi bir kural koymak
gerekmişti. Bu kural, Yahudilerin aynı konudaki kuralından alınmıştır. Mişna
Berakot’ta (i., § 2), günün “siyah ipliğin beyaz iplikten ayırt
edilebildiği” an başladığı söylenmektedir.
Bulundukları her ülkede Müslümanlara,
belirlenen beş vakit dua saati geldiğinde, o an ister evde, ister
camide, isterse sokakta olsunlar, her neredelerse belirlenen duaları
etmeleri emredilmektedir. Birçoğu bunu, özellikle halka açık yerlerde
yapar. Günümüzde bunun onlara özgü olduğu görülmektedir. Ne var ki,
bunun nereden geldiğini sorgularsak, yine Yahudilere bakmalıyız.
Muhammet’in döneminde Arabistan’da yaşayan Yahudiler ruhaniydiler ve
İncillerde geleneklerine aşırı saygı göstererek Tanrı’nın sözünü batıl
ettikleri anlatılan Ferisilerin, bir bakıma gerçek soydaşlarıydılar 68. Rabbimizin zamanında
bu Ferisiler, dindarlıklarıyla insanlardan tam not almak amacıyla,
“havralarda ve caddelerin köşe başlarında dikilip dua etmeyi” 69 sevdikleri için azar
işitmişlerdi. Eski Ferisilerle bugünün Müslümanlarının bu yaptıkları
arasındaki benzerlik o kadar dikkat çekicidir ki, Hıristiyanlık karşıtı
olan bazı Müslümanlar, bunun, İncillerin metninin değiştirildiğinin
kanıtı olduğunu iddia etmektedirler. Onların iddiasına göre, yukarıda
söz edilen ayetler, Muhammet’in ibadet yöntemlerini o kadar birebir
anlatmaktadır ki, bunlar Müslümanların dindarlığını görerek onları
suçlamak isteyen bazı Hıristiyanlar tarafından yazılmış olmalıdır!
Muhammet ve ona inananların bu konuda Yahudileri örnek almaları tuhaf
değildi. Yahudilerin İbrahim’in soyundan geldiklerini ve “ehl-i kitap”
olduklarını biliyorlardı. Bu nedenle, yaptıkları üzere, gözle görülen
ibadet tarzını aşırı önemseyerek, Yahudilerin ibadet tarzının doğru
olması gerektiğini düşünmeleri tuhaf değildi. Kuşkusuz Muhammet,
müritlerine, nasıl ibadet edileceğini Cebrail’in öğrettiğini söylemişti
ve bugün de müritleri her secde ettiklerinde onu taklit etmektedirler.
Yahudilerin, İslamiyet’i açıkça etkilemiş
olan çok sayıdaki uygulamalarından sadece birinden söz edeceğiz. Sure
IV, Nisa 3’te, Muhammet, gelecekte, evlenilecek kadın sayısını
sınırlayan bir kural koymuştur. Ona inananların her biri, en çok dört
kadınla evlenebilecekti. Yorumcular ona inananların birçoğunun daha
önceleri daha çok sayıda meşru karısı olduğunu söylemektedirler. Sure
XXXIII, Ahzab, 49’a göre, bu kural Muhammet için geçerli değildi, çünkü
ona istediği kadar kadınla evlenme ayrıcalığı verilmişti. Sınırlama
getiren kuralda şöyle denmektedir: “Eğer yetimlerin haklarına riayet
edememekten korkarsanız beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder
alın.” Bugüne kadar yorumcuların yaptıkları açıklama, bunun,
Müslümanların aynı zaman içerisinde dörtten fazla kadınla
evlenmesini yasakladığı şeklindedir. Ancak bu kadınlardan birini ya da
hepsini boşamak ve izin verilen sayıyı tamamlamak için başka kadınlarla
evlenme konusunda sınırsız özgürlüğe sahiptirler.
Muhammet’in bu kuralı aldığı kaynağı ve bir
Muhammedi’nin aynı zaman içerisinde almasına izin verilen meşru eş
sayısı olarak neden dördü seçtiğini araştırdığımızda, bunun yanıtını
yine Yahudilerin konuyla ilgili düzenlemelerinde buluyoruz. Bunlardan
birinde şöyle deniyor: “Bir erkek birçok kadınla evlenebilir, çünkü
haham, adam, onlara bakabiliyorsa bunun yasal olduğunu söylemektedir. Ne
var ki, bilgeler bir adamın dörtten fazla kadınla evlenmemesini
söyleyerek iyi bir öğüt vermişlerdir.” 70
Muhammedilerin, buna ve daha sonraki
bölümlerdeki iddiaya karşılık, Kuran’ı Muhammet’in değil, Allah’ın
yazdığından başka verecek cevapları yoktur. Muhammet’in okuma yazma
bilmediğini ve bu nedenle İbranice, Aramice ve büyük çoğunu doğrudan ya
da dolaylı aldığını bildiğimiz diğer kitapları incelemesinin mümkün
olmadığını söylerler. “Okuma yazması olmayan” birinin, büyük çoğu, onun
ve şimdi bile birkaç araştırmacıdan başka kimsenin bilmediği dillerde
yazılmış böyle bir edebiyat birikimine başvurabilmesinin imkansız
olduğunu belirtirler.
Bu iddia iki varsayıma dayanmaktadır:
Birincisi, Muhammet’in okuması yazması yoktu; ikincisi ise kendi
döneminde Yahudilerin, Hıristiyanların, Zerdüştlerin ve diğerlerinin
kabul ettikleri gelenekleri ve efsaneleri dinleyerek öğrenmişti.
Bunların ikisinin de kanıtı yoktur. Bu iddialardan birincisini doğrulama
girişimi olarak, Sure VII., Asaf, 156’da Muhammet için “en nebiyyü’l
ümmi” denir. Müslümanlar bu sözleri “okuması yazması olmayan peygamber”
diye tercüme ederler. Bununla birlikte, Haham Abraham Geiger, bu ayette
“okuması yazması olmayan” diye çevrilen kelimenin, aslında, Yahudiliğin
tam tersi bir anlama gelen, “öteki uluslar” demek olduğunu açıkça
belirtmektedir. Sure III İmran, 19 bunu doğrulamaktadır. Burada
peygambere “ümmiyun’a ve ehl-i kitaba” konuşması
emredilmektedir. Bu ayette Arapların geneline “öteki uluslar”
dendiğini görüyoruz. Dahası, Sure XXIX, Ankebut, 27’de ve Sure XLV,
Casiye, 15’de, peygamberlik görevinin İsmail’in değil, İshak
ile Yakup’un ailesine verildiği açıkça belirtilmektedir.
Dolayısıyla Muhammet kendisini “öteki ulusların peygamberi” olarak
farklı kılmakta, diğerlerinden, genel anlamda İshak’ın soyundan
ayrılmaktadır. Muhammet’in okuma yazma bilmediğine dair kesinlikle
hiçbir kanıt yoktur. Ancak bazılarının düşündüğü gibi, Kuran’ın görkemli
üslubunun, büyük bölümünü Muhammet’in yazdığını kanıtladığı ve çeşitli
sureleri ezberlemeden ve yazıcılarına ezberden okumadan önce Muhammet’in
ayrıntılara indiği sonucunu çıkarmamız gerekmiyor. Bu ikincisi, yazma
yetisine sahip olunmadan da yapılabilirdi. 71
Ama tartışmanın hatırana, Muhammet’in okuma
yazma sanatlarını bilmediğini kabul etsek bile, bu kabul ediş,
Muhammet’in Yahudilerden ve başka kaynaklardan büyük ölçüde alıntı
yaptığına dair kanıtları geçersiz kılmıyor. Arapça okuyabilse bile,
Aramice, İbranice ve başka dillerde araştırma yapmış olması pek mümkün
değildir. Kuran’daki bazı paragraflarla Yahudilerin, bunlara benzeyen
çeşitli yazıları arasında kurduğumuz paralellikler, Kuran’ın büyük
bölümünün esas kaynağını yeterince ortaya koyacak kadar birbirine
yakındır. Ama Kuran’da böyle bir kaynaktan tercüme edilmiş tek
bir ayet bile yoktur. Kuran’da karşımıza çıkan çok sayıda hata
Muhammet’in bu bilgiyi sözlü, olasılıkla da kitabı çok iyi bilmeyen
insanlardan aldığını göstermektedir. Bu, Müslümanların ikinci
varsayımlarını geçersiz kılıyor. Belirli birçok nedenden ötürü
Muhammet’in Aramilerin, Zerdüştlerin ve Greklerin çok sayıda kitabına
başvurması kuşkusuz mümkün değildi; ancak Yahudi 72, Pers, Hıristiyan
arkadaşlarından ve müritlerinden, o zamanlar rağbet gören hikayeleri,
efsaneleri ve gelenekleri öğrenmesi hiç de imkansız değildi. Yaşadığı
dönemde düşmanları onu, Kuran’ın yazılmasında böyle insanlardan yardım
almakla suçlamışlardır. Bunu hem Kuran’dan hem de İbn-i Hişam ile diğer
yorumcuların açıklamalarından öğreniyoruz. Kitabın yazılmasına yardım
ettiği söylenenlerin arasında, Sure XLVI, Ahkaf’da, Kuran ile Yahudi
Kutsal Yazılarının arasındaki antlaşmanın “tanığı” olarak gösterilen bir
Yahudi vardır. Yorumcu Abbasi ve yorumcu Celaleyn, bu paragrafla ilgili
açıklamalarında bize, onun Abdul’llah ibn-i Selman olduğunu
söylüyorlar. Ravzatü’l Ahbab’a inanırsak, Müslüman olmadan önce bir
Yahudi kahini ya da hahamıydı. Sure XXV, Furkan 4, 5’de, Muhammet’in
düşmanlarının, “başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir”
dedikleri ve Muhammet’in sabah akşam onunla işbirliğine girerek, ona
yazdırdıklarının sadece “öncekilere ait masallar” olduğunu söyledikleri
anlatılmaktadır. Abbasi, söz edilen bu kişilerin Hıristiyan köle Cebr,
(Ebu Fukayna da denen) Yaser ve Grek asıllı Ebu Takbiha olduğunu
belirtir. Sure XVI, Nahl, 103’de, “Kuran’ı ona ancak bir insan
öğretiyor” suçlamasına Muhammet, yetersiz bir cevap veriyor. Söz edilen
adamın dilinin yabancı olduğunu, oysa Kuran’ın anlaşılır bir Arapçayla
yazıldığını söylüyor. Bu yanıt, suçlamanın çok açık olan anlamını
çürütmeye çalışmıyor. Bu suçlama (kullanılan dilin üslubuna değil),
Kuran’da anlatılan hikayeler Muhammet’e aktarıldığı için getiriliyordu.
Abbasi, Kayin adındaki bir Hıristiyan’dan söz edildiğini söyler.
Celaleyin ise Tefsir’inde Cebr ile Yaser’in adlarını verir. Bazıları
onun, Muhammet’in iyi bilinen İranlı müridi Salman, bazıları Sühaib,
bazıları da Addas adında bir keşiş olduğunu iddia ederler. Muhammet’in
ilk karısı Hatice’nin kuzenleri Osman’ın, özellikle de Varaka’nın, o
dönemde Hıristiyanlığa 73 ve Yahudiliğe aşina
olduklarını ve Muhammet’in peygamberliğinin ilk yıllarında, belki de
daha önceleri bu insanların onun üzerindeki etkilerinin hiç de az
olmadığını belirtebiliriz. İbn-i Hişam’a göre, Muhammet’in evlatlığı
Zeyd Suriyeliydi. Bu durumda, önceleri Hıristiyanlığı kabul etmiş
olmalıdır. Muhammet’in dostları arasında başkalarının da bulunduğunu ve
Yahudi, Hıristiyan, Zerdüşt inançları hakkında onlardan kolayca bilgi
edinmiş olabileceğini göreceğiz. Yine de bu kaynaklardan alınan bu
yazıların biçimi o kadar değiştirilmiştir ki, Muhammet’in danıştığı
insanların bunu anlamaları imkansızdır ama bu insanlar, en azından o
güne kadar açıklandığı üzere, bu yazıların, herkesin kendi inancının
doğruluğunu onaylamak için vahiy edildiğini gerçekten düşünmüş
olabilirlerdi.
Bir sonraki bölümde, henüz doğmakta olan
İslamiyet’te ve Kuran’ın yazılmasında, şayet varsa, ortodoks olsun
olmasın Hıristiyanlığın etkisini araştırmaya devam edeceğiz.
1. Ebu’l Fide, Et Tevarihü’l
Kadime (Hist. Ante-Islamica), s. 148.
2. a.g.e., s. 269.
3. a.g.e. s. 127, 128.
4. Bk. s. 182 vd.
5. İslamiyet Muhammet’in zihninde
yavaş yavaş şekillenirken, Ebionitlerin de etkisi olmuş gibidir. O
zamanlar İslamiyet’in her şeye kolayca inandığı ve kaptığı
görülmektedir. “Epiphanios (Haer x), Nabathaea’daki
Ebionitlerin, Moavlıların ve Başanlıların Adem ve İsa hakkındaki
görüşlerini Sure III, 52’deki aynı cümlelerle anlatır. Sünnet edildiklerini,
bekarlığa karşıt olduklarını, güneşin doğduğu yöne dönmeyi
yasakladıklarını, (Muhammet’in on iki yıl boyunca yaptığı gibi) Kıble
olarak Yeruşalim’i kabul ettiklerini, Kuran’da emredilene çok
benzer şekilde (Sabiiler gibi) yıkanılmasını emrettiklerini ve
Kuran’da da benimsendiğini gördüğümüz (bulutlar, burçlar,
zeytinyağı, rüzgarlar vb bazı doğal nesnelerin üzerine) yemin
ettiklerini bize anlatmaktadır. Muhammet’in eklektizmini bildiğimiz
için, İslamiyet’le benzeşen bu noktalar pek rastlantı eseri olamaz.”
(Rodwell, Koran, önsöz, s xcii, xciii).
6. Sir W. Muir, Life of
Mahomet, 3üncü basım, Giriş, s xcii, xcii.
7. Sure IV, Nisa, 124.
8. M. S. Kasım 623’de, Sure II,
Bakara, 136-40
9. Daha sonra bunun yerini oruç
ayı olarak Ramazan ayı aldığında Muhammet, Muharrem ayının onuncu
gününde Aşura’nın kutlanmasını yasaklamamıştır (Krş. Lev
xxiii 27).
10. Sir W. Muir, alıntı, s 188.
11. Lev xvi; İbr vii 27.
12. Krş, örn Sure XXIX,
Ankebut, 45; Sure II, Bakara, 130.
13. Burada alıntı yapılan
örneklerin çoğu Haham Abraham’ın Was hat Mohammed aus dem Judenthume
aufgenommen? (Muhammet Yahudilikten ne aldı?) adlı kitabındandır.
14. Yaradılış. iv 8 hakkında
15. Bk. s. 133-5.
16. Yaradılış iv 10.
17. Yukarıda alıntı yapılan Haham
Eli'ezer Risalesi’ndeki anlatım miyyaz (“elleriyle”)
ifadesini içerir. Sure IX, Tevbe, 29’da da (Arapça) “elleriyle cizye
verinceye kadar” ifadesinin yer alması yorumcuları şaşırtmıştır.
18. Bk. Bakara (II, 260), Enam
(VI, 74-84), Enbiya (XXI, 52-72), Meryem (XIX, 42-50), Şuara (XXVI,
69-79), Ankebut (XXIX, 15,16), Saffat (XXXVII, 81-95), Zuhruf (XLIII,
25-7), Mümtehine (LX, 4) vb sureler
19. Historia Ante-Islamica
(der. Fleischer, Leipzig, 1831). Ebu’l Fide, Hicri 672.
20. İtalik yazılan cümleler
Sure VI, Enam, 76-9’dan alıntıdır.
21. Sure VI, Enam, 80-3.
22. Sure XIX, Meryem, 43.
23. Sure XXVI, Şuara, 75-7.
24. Sure II, Bakara, 26.
25. Hastalık mazeretiyle evde
kalmıştı, Sure XXXVII, Saffat, 87
26. Bk.. 89-91. ayetler
27. Sure XXI, Enbiya, 59; ve
Caleleyn’in yorumu.
28. Sure XXI, 60-5.
29. Devamında, ayet 66-8.
30. Şüphesiz bu Korah’ın
kaderini hatırlatır. Say., xvi, 31-4.
31. Sure XXXVII, 95.
32. Sure XXXIX, 39.
33. Sure III, 167.
34. Sure XXI, 69.
35. Midraş Rabba, bölüm xvii,
Yaratılış xv. 7’nin açıklaması.
36. Bu sav, Mizanü’l Hakk’daki
bazı ifadeleri çürütmek amacıyla Mizanü’l Mevazin’de yer almaktadır.
37. Krş. Yaradılış xv 28, xv 7.
vd.
38. Bu, delil olmamasına iyi
bir bahanesidir.
39. İbranicede sh, Arapçada
s’ye dönüştüğü için Arapçası Sebe’dir.
40. Ya da “Müslümanlar olarak.”
41. Ya da “Müslümanlar olarak”
42. Yani göz açıp kapayıncaya
kadar
43. Ya da “Müslüman oldum”
44. Bk. I Kr. x 18 ve 2Tar. ix
17 vd.
45. Yani “ben” vb.
46. Ya da belki de daha çok,
Farsça Cemşit hikayesinden. Metinde söz edilen yanlış anlama nedeniyle
bu hikayenin Süleyman’a uyarlandığı görülmektedir.
47. Bk. 107, 108.
48. Entir Hatouadsner,
böl.. 1, s. 127.
49. Böl. v.
50. Aslından tercüme
edilmiştir. Trans. Soc. Bibl. Archaeology, cilt. II., bölüm 1.,
s. 104, 105, 115’de yanlış tercüme edilip basılmıştır.
51. Sundopasundopákhyânam.
52. Pentatük’ün (Dr Adolf Brüll
tarafından, 1875’de Frankfurt’ta basılmıştır) Samiriye Targum’unun da
pratikte aynı açıklamanın yapılması ilginiçtir. “Tanrının oğullarını”
“yönetenlerin oğulları” olarak açıklar. Metnin aslı şöyledir:
53. Hanok kitabı böl.
vi-viii’deki Grekçe parçalar. Derleyen Dr Swete, ,Syncellus’un yazdığı
aynı yazılara yer vermektedir. Farsça Ya Nebi ü'l İslâm’da,
Etyopya dilindeki metni tercüme edip alıntı yaptım, çünkü Grekçe metin o
tarihte henüz toparlanmamış ya da en azından basılmamıştı.
54. Sure II, Bakara, 96. ayet.
55. Bunu daha iyi anlayabilmek
için, yalnızca, buna benzeyen “Bu benim bedenimdir” ifadesinin,
Hıristiyan Kilisesi’nde ne kadar çok yanlışa yol açtığını düşünmeliyiz.
56. 87,88. ayetler; krş. Sure
VII, 147.
57. Krş. Yeremya x. 11
58. Celaleyn, bu yazıyla ilgili
açıklamasında “Kaf kelimesiyle ne kastettiğini en iyi Allah
bilir” demektedir.
59. s. 7, 8.
60. Sure Li. 1.
61. Krş. Avestic Mt. Berez
(Kanga's Avestic Dict.).
62. Ayrıca bk. Sure LXVII, 3 ve
Sure LXXVIII, 12.
63. Bk. Araisü'l Mecalis, s.
5-9.
64. Mahabharata ve Ramayana’da
Sanskritçe go (öküz, inek) kelimesi dünya için kullanılır.
Avesta’da da aynı sözcük (gao ve gao-speñta, "kutsal
inek”) aynı şekilde kullanılır. Krş. βούς ile γαία. γή: Goth dilinde gavi
(inek) ile Alm. Gau. Bunların hepsinde aynı bağlantı
fikrinin izleri bulunabilir.
65. Celaleyn, Abbasi ve diğ.
66. Kanga, Avestic
Dictionary, s. 408
67. s. 52, 53.
68. Matta xv 6; Markos vii. 13.
69. Matta vi. 5.
70. Arvah Turim, Ev. Hazaer,
1. Bu göndermeyi, Rodwell’in Koran’ının, 451. sayfasında,
"Ayrıca bk. Yad Hakazaka Hilkot Işut, 14, 3" yazan dipnota borçluyum.
71. Biz, hadislere ne değer
atfedersek edelim, Muhammet’in yazabildiği ve dolayısıyla da
okuyabildiğini iddia eden hadisler de vardır. Buhari ve Müslim,
Hudeybiye Antlaşması imzalanırken Muhammet’in, kalemi Ali’den alarak,
Ali’nin onun için yazdığı “Allah’ın elçisi” kelimelerini çıkardığını,
yerine kendi el yazısıyla “Abdullah’ın oğlu” yazdığını anlatan
hadislerden alıntı yapmaktadırlar. Yine hadislerde bize Muhammet’in
ölürken, kendisine inananların, halefi konusunda anlaşmazlığa
düşmelerini engellemek amacıyla, talimat yazmak için kalem ve mürekkep
istediği ama gücünün yetmediği anlatılmaktadır. Bu hadis İbn-i Abbas’ın
otoritesine dayanmakta ve Buhari ve Muslim tarafından aktarılmaktadır.
Bunun Sünniler ile Şiiler arasında bir anlaşmazlık konusu olduğu iyi
bilinmektedir.
72. Aslında Sure X, Yunus 94’te
Muhammet’e, kuşkularını gidermesi için ehl-i kitaptan bilgi
istemesi emredilir.
73. İbn-i İshak’tan yapılan
alıntılar için aş. bk.264, 265.