4 Kasım 2012 Pazar

ÜLKER VE ESTER VENÜS VE ZÜHRE harut marut - şemhazai azazil

3. Sabii Ve Yahudi İnanişlarinin Ve Adetlerinin Etkisi

Bölüm 3
Muhammet peygamber olarak ortaya çıktığında, Arapların kabul ettikleri birçok dini görüş ve adet vardı ama İlahi vahiy içeren kitapları yoktu. Dolayısıyla Muhammet, onları, atalarının pak inancına yönlendirme görevinin kendisine verildiğini iddia ettiğinde böyle bir kitaba başvuramadı. Ama Arabistan’da yaşayan bazı toplulukların esinlenmiş kabul edilen kitapları vardı. Muhammet’in ve müritlerinin, bu farklı tarikatların görüşlerine ve dinsel törenlerine ilgi ve saygı duymaları doğaldır. Kuran’da özellikle Yahudilere, ayrıca Hıristiyanlara da “Kitap Ehli” denmesi bunun kanıtıdır. O dönemde Arabistan’da dört topluluğun; Yahudilerin, Hıristiyanların, Mecusilerin yani Zerdüştilerin ve Sabiilerin dinleri kitabiydi. Sure XXII, Hac Suresi, 17. ayette bütün bunlardan söz edilmektedir. Bunların her birinin İslamiyet’in doğuşunda etkili olduğunu ve Sabiilerin etkisinin hiç de az olmadığını göreceğiz. Bu durumda, Sure II, Bakara, 59’da tekrar isimleri geçen bu tarikatlar hakkında bilinenlerden söz ederek konuya başlayacağız.
Sabiilerle ilgili fazla bilgimiz yok ama bildiklerimiz, amacımız doğrultusunda yeterlidir. Ebu’l Fide, eski bir Arap yazarı olan Ebu İsa'l Mağribi’nin onlar hakkındaki şu sözlerinden alıntı yapmaktadır: “En eski uluslar Suriyelilerdir. Adem’le oğulları onlarla aynı dili konuşurlardı. Cemaatleri Sabii cemaatidir. İnançlarını Şit’le İdris’ten (Hanok) aldıklarını anlatırlar. Şit’e atfettikleri bir kitapları vardır ve ona ‘Şit’in Kitabı’ derler. Bu kitapta, yalan söylememek, cesur olmak ve yabancıları korumak gibi iyi etik ilkelerinin emredildiği yazar: Kötü adetlerden de söz edilir ve bunlardan kaçınılması emredilir. Sabiilerin bazı dini törenleri vardır, bunlardan biri de, belirlenen yedi vakitte dua etmektir. Bunlardan beşi Müslümanların dua vaktine tekabül eder. Altıncı dua, tan vaktinde edilir. Yedincisi ise gecenin altıncı saatinin sonundadır. Onların duaları da, Müslümanlarınki gibi gerçek bir ağırbaşlılığı gerektirir. Kişi dua ederken dikkatini duadan başka bir şeye vermemelidir. Ölülerin ardından, başlarını eğmeden veya secde etmeden dua ederler. Otuz gün oruç tutarlar, rüy’et-i hilale göre ay kısaysa, yirmi dokuz gün oruç tutarlar. Oruçlarıyla bağlantılı olarak, Fıtr” (ay sonunda orucu bozma) “ve Hilal” (yeni ay) “bayramlarını kutlarlar. Öyle ki, güneş Koç burcuna girdiğinde Fıtr kutlanır, Gecenin dördüncü çeyreğinden başlayarak güneş diskinin batmasına kadar oruç tutarlar. Ve gezegenlerden beşi burçlar kuşağının saygınlık evine girdiğinde bayram yaparlar. Bu beş gezegen Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür’dür. Sabiiler Mekke’deki tapınağa (Kabe) saygı gösterirler” 1
Müslümanların pek az tanınan bu tarikattan aldıkları dinsel adetlerin hiç de az olmadığını bu anlatılanlarda açıkça görüyoruz. Müslümanlar, bunların hepsini Muhammet’in Melek Cebrail vasıtasıyla Allah’tan emir alarak öğrettiğine inanırlar. Örneğin; Ramazan’da bir ay gündoğumundan günbatımına kadar oruç tutarlar. 2  Ancak her günün ne zaman başladığı ve ne zaman bittiği kuralı, göreceğimiz gibi 3, Yahudilerden alınmıştır. Perslerde ve diğer bazı ülkelerde, kutsal ay boyunca her gün orucun başladığını ve bittiğini duyurmak için gündoğumunda ve günbatımında top atılmaktadır. Bugün de Muhammediler bu ayın sonunda fitr kutlarlar. Bilindiği gibi, günün belirli zamanlarında beş kez dua ederler ama her gün zorunlu olmayan iki dua vakti daha vardır. Bu durumda, dua vakitlerinin sayısı Sabiilerinkiyle aynıdır. Muhammedilere ibadet ederken başlarını önlerine eğmeleri (rükü) ve secde etmeleri (sücud) emredilmektedir ama cenaze törenlerinde değil. Son olarak, Müslümanların günümüzde de Kabe’ye büyük saygı gösterdiklerini görmüştük. Sabiiler gibi, Kureyş kabilesinin de bütün bu adetleri yerine getirmesi tabii ki mümkündür. Elbette bazı adetler ortaktı; ama bu adetlerin hepsi ortak olsaydı alıntı yaptığımız Arap yazarının gözlemlerini açıklamak zor olurdu. Taif ve Mekke’deki Beni Cezime kabilesinin, Muhammetçiliğe döndüklerini Halit’e ilan ederken “Biz, Sabii olduk” diye bağırması, Muhammet’in, bu adetlerin çoğunu Sabiilerden aldığı ve (bir bakıma, belki de çok eski olduğu için) Sabiilerin dininin, kuruluş döneminde İslamiyet’i çok etkilemiş olduğu varsayımını doğrulamaktadır.”
Sabiilerin yarı-Hıristiyan bir tarikat olduğu sanılmaktadır. Bazıları ise onları Mandenlerle özdeşleştirmiştir. Mandenlerin dini gnostizm ile antik Babil putperestliğinin tuhaf bir karışımıydı ama Mecusilikten, Yahudilikten ve bir sistem olarak büyük ölçüde Hıristiyanlık karşıtı olmasına rağmen Hıristiyanlıktan bazı unsurlar almıştı. Mandenlar isimlerini, inandıkları Sudurlerin ve Yüce Varlıktan sudur eden ilahi güçlerin en önemlisi olan Manda’dan alırlar. Mandenlerin Kutsal Kitabı Sidra Rabba’da onun birbiri ardına yeniden beden aldığı söylenmektedir. Bu yeniden bedenlenmelerin ilk üçü Habil, Şit ve Hanok, sonuncusu ise Vaftizci Yahya’dır. Yahya olarak beden aldığında, görünüşe göre çarmıha gerildikten sonra Işık Evreni’ne geri dönen İsa Mesih’i vaftiz etmiştir. Sözü edilen bu ikinci görüş Kuran’da tekrarlanmaktadır (Sure IV, Nisa, 159). Daha sonra bundan söz etmemiz gerekmektedir. 4
Sabiilerle ilgili bildiklerimizin çok sınırlı olması ve Manden-lerin onlarla özdeşleştirilip özdeşleştirilmeyecekleri kuşkusu, onların İslamiyet’in üzerindeki etkisinin günümüzde de daha önemli ve kapsamlı olup olmadığını saptamayı imkansızlaştırmaktadır. 5
Şimdi de Yahudilere bakalım. Muhammet Yahudilerden o kadar çok alıntı yapmıştır ki, onun dinine neredeyse, Yahudiliğin daha sonraki sapkın bir biçimi denebilir. Muhammet’in döneminde Yahudiler sadece sayıca çok değillerdi, Arabistan’ın birçok yerinde çok da güçlüydüler. Kuşkusuz çoğu farklı zamanlarda, Filistin’i istila ve harap eden -Nebukadnezzar, Büyük İskender’in halefleri Pompeius, Titus ve Hadrianus gibi- çok sayıda fatihten kaçarken bu ülkeye yerleşmişti. Özellikle, bir zamanlar kılıçla ele geçirdikleri Medine civarında kalabalıktılar. Muhammet döneminde Medine civarına yerleşen Beni Kureyza, Beni Nadir ve Beni Keynuka adlı üç büyük Yahudi kabilesi o kadar güçlüydü ki, Muhammet M. S. 622’de buraya döndükten sonra çok geçmeden onlarla bir saldırı ve savunma ittifakı kurdu. Diğer Yahudi yerleşimleri ise Hayber, Vadi'l-Kura ve Akabe Körfezi’nin kıyılarındaydı. Yahudilerin esinlenmiş kitaplara sahip olmaları ve kuşkusuz Kureyş ve diğer kabilelerin de ataları olduğunu iddia ettikleri İbrahim’in soyundan gelmeleri İsraillilere büyük bir saygınlık ve nüfuz kazandırıyordu. Bu nedenle doğal olarak yerli efsaneler Yahudilerin tarihini ve adetlerini özümseme sürecinden geçmiştir. Yapılan bir uyarlamayla 6, Filistin’in hikayesi, Hicaz’ın hikayesi olmuştur. Kabe’nin çevresi, Hacer’ın sıkıntı çektiği yer olarak, Zemzem kuyusu ise onun ferahlık kaynağı olarak kutsal kabul edilmiştir. Su arayan Hacer’in telaşlı adımlarının anısına hacılar Safa ile Merve arasında koşarak gidip gelirler. Tapınağı inşa eden, içine Siyah Taşı koyan ve bütün Arabistan’ın Arafat’a hacca gitmesini adet haline getiren İbrahim ile İsmail’di. Hacılar İbrahim’i taklit ederek,  Şeytan’a atıyormuş gibi taş atıyorlar ve onun temsili kurbanının anısına Mina’da kurban kesiyorlardı. Şayet yöreye özgü törenler varsa bunlar, İsraillilerin efsanelerinden uyarlamalarla biraz değiştirilmiş, farklı bir ışıkta bakılmış ve Arapların hayalinde Allah’ın Dostu İbrahim’in kutsallığıyla bağlantı kurulmuş olabilirdi. 7... Muhammet işte bu ortak zeminde ortaya çıktı, bütün yarımadanın karşılık verebileceği bir vurgulamayla, halkına yeni bir ruhsal sistem duyurusu yaptı. Kabe’deki törenler sürdürüldü ama putperest eğilimlerinden arındırıldı. Yine de bu eğilimler, İslamiyet’in yaşayan tanrıcılığını, çevresine astıkları garip ve anlamsız bir örtüyle örtüler.
“İbrahim’in soyundan gelenlerle yakınlık, canın ölümsüzlüğü öğretişini ve dirilişi de beraberinde getirmiştir; ama Arabistan’da gelişen pek çok fantastik fikir doğrultusunda bunlara inanılmıştır. Öç, öldürülen kişinin, katilin cezalandırılması için cıvıldayan bir kuş olmasıyla anlatılırdı; kimi kez deve, efendisinin mezarı başında açlıktan ölsün diye bırakılırdı, öyle ki, dirildiğinde yeniden efendisini taşımaya hazır olsun. İncil’deki sözler de genelin ya da en azından herkesin anlayabileceği tarzda kullanılıyordu. İman, tövbe, cennet ve cehennem, şeytan ve melekleri, gökteki melekler, Tanrı’nın elçisi Cebrail, kullanılan ya da kullanılmaya hazır bazı Yahudi kaynaklarından alınmış örneklerdir. İnsanın günaha Düşüşü, ovadaki bütün kentlerin yok edilmesi de aynı şekilde biliniyordu – öyle ki, sınırını ruhsallığın çizeceği ham fikirler için, Muhammet’in elinde hazır, kapsamlı bir dayanak vardı.”
Eski Arap yazarları, Muhammet ortaya çıktığında Yahudilerin, Mesih’in gelişini beklediklerini ve düşmanlarını, gelecek olan peygamberin onlardan öç alacağını söyleyerek sık sık tehdit ettiklerini bildirmektedirler. Bazı Arapların, (İbn-i İshak’ın söylediği üzere) özellikle de Medine’deki Beni Hezrec kabilesinin, Muhammet’i, geleceği önceden bildirilen peygamber diye kabul etmesinde bunun etkisi kuşkusuz olmuştur.
Muhammet, yeni bir din kurmak için değil, insanlara “İbrahim’in imanını” hatırlatmak için Allah tarafından görevlendirildiğini ilan etmiştir.  Bu durumda, Yahudileri kendi tarafına çekmeye çalışmak ona doğal gelmiştir. Bunu, Medine’de yapmaya çalışmıştır ve bir süre sanki başaracağını ummuş gibidir. Bu dönemde attığı bir adım onun bu hedefini açıkça göstermektedir. İmanının Kıble’si olarak Yeruşalim’i benimsemiştir –yani müritlerini, dua ederlerken yüzlerini Yeruşalim’e dönerek Yahudilerin geleneğini taklit etmeye yönlendirmiştir. Daha sonraki bir dönemde Yahudilerden kopup Araplarla uzlaşmayı daha yararlı bulduğunda Kıble olarak Mekke’yi benimsemiştir 8 ve o tarihten sonra Müslümanlar bunu sürdürmüşlerdir. Ancak Medine’ye gelişinden kısa süre sonra, Yahudilerin Kefaret Gününde yaptıkları töreni görerek, müritlerinin de aynı töreni yapmalarını emretmiştir. Yahudilerin bu törene verdikleri adı (Arapça Aşura) bile benimsemiştir. 9 Bu olay nedeniyle kesilen kurbanların, putperest Arapların Mekke’ye hacca giderlerken Mina vadisinde kestikleri kurbanların yerini alması isteniyordu kuşkusuz. Muhammet, Yahudilerle kavga ettiği M.S. Nisan 624’e kadar İyd’u Edha’yı başlatmamıştı. Bu bayramda İbrahim’in (Müslümanların öne sürdükleri üzere) İsmail’i kurban edişinin anıldığı sanılmaktadır. Yahudiliğin İslamiyet’in üzerindeki etkisini buradan bile algılıyoruz. Müslümanlar bu bayramı hala kutlamaktadırlar. Muhammet  İyd gününde iki kurban 10 sunarak bu Yahudi adetini başlatmıştır. Biri halkı, diğeri de kendisi için iki buzağı kesmiştir. Ancak Yahudilerdeki sıralamayı değiştirmiştir. Yahudilerde Kefaret Günü başkahin önce kendisi 11, sonra da ulusun geneli için kurban sunardı.  Bu konularda, Yahudilerin etkisini görüyoruz. Muhammet hem Yahudileri kazanmak için onların törenlerini benimsemiş hem de bundan ümidini kestiğinde bu törenleri değiştirmiştir. Söz edilen ikinci durumda genelde, putperest Arapların adetlerini az çok değiştirmiştir. Kuran’ın İlahi yetkisine dair Muhammedi teoride bu olgu hiçbir şekilde açıklanamamaktadır. Hadis’e göre (bu açıdan hiç kuşku yoktur), Kuran’daki bu ayetlerin birçoğunun ait olduğu dönem, Hicret’ten çok kısa süre önce ve özellikle de hemen sonradır. Burada Kuran’ın İsrail peygamberlerinin öğretişiyle uyumlu olduğu 12 ve bunun, Kuran’ın Allah’tan geldiğinin kesin bir kanıtı olduğu öne sürülmektedir. Daha sonraki Mekke ve daha önceki Medine sureleri dikkatle okunduğunda görüleceği üzere, Muhammet, özellikle Yahudi efsanelerinin büyük bölümünden aldığı sureleri bu dönemde ortaya atmıştır. Bununla beraber, kısa süre sonra Yahudilerin kendisine inanmaya hazır olmadıklarını görmüştür. Gerçi bir süre ondan çok etkilenmiş ve iddiasını büyük ihtimalle kabul etmiş görünmek Yahudilerin işine gelmiş olabilirdi. Er geç bir kırılma noktasına gelinecekti, çünkü hiçbir gerçek İsrailli Mesih’in (Muhammet bunu iddia etmiyordu, çünkü bunun İsa’nın unvanı olduğunu kabul ediyordu) ya da başka bir büyük peygamberin İsmail’in soyundan çıkacağının bildirildiğine gerçekten inanamazdı. Kavganın nasıl çıktığını ve Muhammet’in ikna etmeyi yararsız bularak en sonunda kılıcın karşı konulmaz mantığıyla Yahudilere nasıl saldırdığını, onları nasıl öldürdüğünü ya da ülkeden sürdüğünü biliyoruz. Ama bundan önce onlardan geniş kapsamlı alıntılar yapmıştı. Bazı yazarlarla birlikte, Tanrı’nın Tekliği öğretisini İslamiyet’in Yahudilerden aldığını kabul etmesek bile, Muhammet’in bu öğretişi sürdürmesinde İsraillilerden öğrendiklerinin büyük katkısı olduğundan hiç kuşku yoktur. Kuran’ın büyük bölümünde, Talmud ve İncil sonrası diğer yazılar kadar çok olmasa da Eski Antlaşma’dan ve doğrudan Yahudi kitaplarından alıntı yapıldığını açıklamaya devam edeceğiz. Arabistan’daki Yahudilerde Kutsal Kitap’larının bir kopyası kuşkusuz varsa da bu kitaplar öğrenmek için değildi,  bugün birçok yerde olduğu o dönemde de, pratikte hahamların geleneklerine Tanrı’nın Sözü’nden daha çok dikkat edilirdi. Bu nedenle, Kuran’da Eski Antlaşma’daki gerçek bilginin çok azının yer alması şaşırtıcı değildir. Göreceğimiz gibi, yine de Kuran’da birçok Yahudi efsanesi vardır. Bunu kanıtlamak için her paragraftan alıntı yapmak imkansızdır. Yine de birçoğundan birkaçını örnek olarak göstereceğiz. 13
1 . Kayin ile Habil’in Hikayesi
Kuran’da, “Adem’in bu iki oğlunun” adı geçmez ama yorumcular onlara Kayin ve Habil derler. Sure V, Maide 27-32’de aşağıdaki anlatıyı görürüz:
“Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘Andolsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’ dedi (ve ekledi:) ‘Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ ‘Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezası işte budur.’ Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü: bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim’ dedi ve ettiğine yananlardan oldu. İşte bu yüzdendir ki İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.”
Kayin ve Habil arasında geçen konuşma, daha doğrusu tartışma, hem Yonathan Targum’unda 14, hem de Yeruşalim Targum’unda-ki bir Yahudi efsanesinde anlatılmaktadır. Kayin’in, “Günahın cezası ya da iyi davranışların ödülü yoktur” dediği bize söylenir. Buna karşılık Habil, Tanrı’nın iyiliği ödüllendirdiğini ve kötülüğü cezalandırdığını öne sürer. Buna öfkelenen Kayin bir taş alarak kardeşine atıp onu öldürür. Bu anlatımla yukarıda Kuran’dan yaptığımız alıntı arasındaki benzerlik fazla dikkat çekmez. Ancak Kuran’daki cinayet öyküsünün geriye kalan bölümünün kaynağı, Haham Eliezer Risalesi’nin xxi. bölümünde anlattığı efsanedir. Şöyle tercüme edilebilir:
“Adem ile eşi ağlıyor ve ona (Habil) ağıt yakıyorlardı. Habil’i ne yapacaklarını bilmiyorlardı çünkü gömülme hakkında bilgileri yoktu. Yol arkadaşlarından biri ölen bir kuzgun geldi. Arkadaşını aldı, toprağı kazdı ve onların gözü önünde onu gömdü. Adem, ‘Ben de bu kuzgun gibi yapacağım’ dedi. Hemen (kelimesi kelimesine elleriyle) “Habil’in ölüsünü aldı, toprağı kazıp onu gömdü.”
Yahudi efsanesini Kuran’da anlatılanla karşılaştırırsak, tek farkın öncekinde, kuzgunun, cesedin nasıl gömüleceğini Adem’e öğretmesi olduğunu görüyoruz. Oysa Kuran’da bu, Kayin’e öğretilmektedir. Kuran’daki metnin bir ya da daha çok Yahudi kitabından kelimesi kelimesine yapılmış bir çeviri olmadığı da bellidir. Bekleyebileceğimiz üzere, daha çok bu,  Yahudi dostlarından birinin Muhammet’e anlattığı şekilde serbest bir uyarlamasıdır. Daha önceki Arap hikayelerinde birçok addan söz edilmektedir. 15 Kuran’da ölü gömmeyi Adem’in yerine Kayin’e atfetmekle yapılan yanlışı bu açıklamaktadır. Bütün alıntılarda benzer olgular göreceğiz. Bu önemsiz farkları Muhammet’in kasten yapması pek mümkün değildir. Ancak ona bu efsaneyi anlatan Yahudiler bunu ağızdan ağza öğrenmiş oldukları için, hatayı Arap peygamberin değil, onların yapmış olmaları çok mümkündür. Muhammet’in daha önceki yazılı Yahudi kaynaklarından aldığı anlatımların ipuçlarını burada ve daha pek çok örnekte bulduğumuz kesindir.
Yukarıda alıntı yaptığımız surenin 35. ayetinde yazanların, bu paragrafın önceki bölümüyle yakın bir ilgisi varmış gibi görünmemektedir. Bir bağlantının eksik olduğu bellidir. Bununla birlikte Mişna Sanhedrin’e (bölüm iv. § 5) bakarsak, konunun eksiksiz anlatıldığını görürüz. Öyle ki, yukarıda söz edilen ayetlerle Habil’in öldürülmesi öyküsünün arasındaki bağlantı ortaya çıkar. Pentatük’te bize Tanrı’nın Kayin’e “Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor” 16 dediği anlatılmaktadır –bu cümlenin İbranicesinde kan kelimesi çoğuldur, çünkü kanın şiddet uygulanarak akıtıldığına işaret etmektedir. Bu sözleri yorumlayan Yahudi yorumcu şöyle yazmaktadır: Kardeşini öldüren Kayin ile ilgili olarak, ‘Kardeşinin kanları topraktan bana sesleniyor’ dendiğini görmekteyiz. Tanrı, ‘Kardeşinin kanı’ değil, ‘Kardeşinin kanları’ - onun ve onun soyundan gelenlerin kanı – diyor. Bu nedenle Adem sadece, her kim bir İsraillinin canını yok ederse Kutsal Yazı’da bütün dünyayı yok etmiş sayıldığını; her kim bir İsraillinin canını korursa, bütün dünyayı korumuş sayıldığını öğretmek için yaratılmıştır.”  Biz, bu kutsal metnin açıklanmasının doğru ya da hayal ürünü olmasıyla değil, Maide suresinin 35. ayetinin bu alıntının neredeyse kelimesi kelimesine tercümesi olduğunu belirtmekle ilgileniyoruz.
Mişna’daki paragrafın ilk bölümüne Kuran’da yer verilmemiştir. Olasılıkla bunun nedeni, Muhammet’in ya da ona bilgi veren kişinin bunu tam olarak anlamamasıdır. Ama bu parçaya bakıldığında, 35. ayetle daha önceki ayetler arasındaki bağlantı netleşmektedir. 17.
2. İbrahim’in, Nemrut’un onu öldürmek için hazırladığı ateşten kurtulmasının hikayesi
Bu hikaye, Kuran’da peşpeşe cümlelerle bir paragrafta yer almamaktadır ama çok sayıda surede 18  bölüm bölüm anlatılmaktadır. Bu nedenle Muhammediler bu parçaları bir araya toplayarak bağlantılı cümleleri birbirini izleyen bir bütün haline getirmeyi yararlı bulurlar. Araisu'l Mecalis’de ya da Kısasü’l Enbiya’da böyle yapıldığını görüyoruz. Bu bağlantıların ipuçları Muhammet’in hadislerinden çıkarılmaktadır. Bütün Müslümanlarca geçerli kabul edilen bu anlatımı, Yahudilerin Midraş Rabba’sında anlatılan aynı efsaneyle karşılaştırdığımızda, Muhammet’in anlatımının kaynağının Midraş Rabba olduğu netleşmektedir. Okur bunu algılayabilsin diye, önce hikayenin Muhammedi yazarların anlattıkları şeklini tercüme ediyoruz. Sonra da Yahudi gelenekçilerinin daha kısa ve daha basit anlatımına dönüyoruz. Kuran’daki Arapça anlatımla birleştirilen cümleler burada italik yazılmıştır. Ebu’l Fide’den bir alıntıyla başlıyoruz:
“İbrahim’in Babası Azer” der Ebu’l Fide, “putlar yapar ve bunları satsın diye İbrahim’e verirdi. Ancak İbrahim, ‘Kendisine zarar verecek, kendisine yararı dokunmayacak şeyi kim alır?’ derdi. Daha sonra yüceler Yücesi Allah, İbrahim’e, halkını tektanrıcılığa çağırmasını emrettiğinde, İbrahim babasını da çağırmış ama o reddetmişti. Ve o, kendi halkını çağırdı. Onun bu olayı yayılıp ülkenin kralı Guş’un oğlu Nemrut’a ulaştığında... Nemrut [Allah’ın] dostu İbrahim’i alıp kocaman bir ateşin içine attı. Sonra ateş söndü, ona zarar vermedi. Birkaç gün sonra İbrahim ateşin içinden çıktı. Sonra halkından bazıları ona inandı.” 19
Elimizdeki en kısa Arapça anlatım budur. Araisu'l Mecalis’de anlatılan hikayenin en önemli bölümünü tercüme etmeye devam edeceğiz. Burada, İbrahim’in gerçek Allah hakkında şey bilmeden, bir mağarada büyüdüğünü okuyoruz. Bir gece dışarı çıkıp yıldızların görkemini görmüştür. O kadar etkilenmiştir ki, çözümü onları tanrı diye kabul etmekte bulmuştur. Kuran’daki konuyla ilgili cümlelerle birleştirilerek bu hikayeye şöyle devam edilmektedir:
Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.  Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi.  Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi, çünkü onun ışığının güçlü olduğunu görmüştü. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” 20 Babasının putlar yaptığı söyleniyor. İbrahim’le iş birliğine girdiğinde, putlar yapmaya ve satsın diye onları İbrahim’e vermeye başladı. İbrahim (Allah’ın selamı üzerine olsun) onları alıp dışarı çıktığında ‘Kendisine zarar verecek, kendisine yararı dokunmayacak şeyi kim alır?’ diye bağırır.  Bu durumda kimse onları almaz. İbrahim’in gözünde satılamaz olduklarını kanıtladıklarında, İbrahim onları alıp nehre götürdü. Sonra kafalarına vurdu Halkıyla, halkının sahte diniyle ve cahilliğiyle alay ederek, onlara ‘İç, benim kötü kelepirim’ dedi. Onlara hakareti ve alayları o boyuta vardı ki, halkı ve o kentte yaşayanlar İbrahim’in adını çıkardılar. Bunun üzerine halkı, dini konusunda onunla tartıştı. İbrahim onlara şöyle dedi: ‘Beni doğru yola götüren  Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?...İşte bu, kavmi ile ilgili İbrahim’e sunduğumuz kanıtlardır. Biz dilediğimiz kimselerin mevkisini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. 21 Böylece onları yendi, galip geldi. Sonra İbrahim, babası Azer’in de kendi dinini kabul etmeye çağırdı. Ona şöyle dedi: ‘Babacığım! hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım 22Babası, İbrahim’in kendisini çağırdığı dini kabul etmeye yanaşmadı. Bunun üzerine İbrahim, halkına onların ibadetlerinden kendisinin tövbe ederek vazgeçtiğini yüksek sesle duyurdu ve kendi dinini ilan etti. Şöyle dedi: ‘İster sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak alemlerin Rabbi benim dostumdur. 23 Halk, ‘Öyleyse sen kime tapıyorsun’ diye sordu. İbrahim, ‘Alemlerin Rabbine’ dedi. ‘Sen Nemrut’tan söz ediyorsun’ dediler. İbrahim ‘Hayır! Beni yaratandan ve bana yol gösterenden’ dedi. Bu konu zorba Nemrut’a kadar yayıldı. Sonra Nemrut, İbrahim’i çağırtarak ona şöyle dedi: ‘Ey İbrahim, sen, seni gönderen, insanları O’na ibadet etmeye çağırdığın, gücünü açıkladığın ve bu nedenle her şeyin üzerinde yücelttiğin Allah’ı gördün mü? O nedir?’ İbrahim, “Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O’dur’ dedi. Nemrut, ‘Ben can alır ve ben diriltirim’ dedi. Bunun üzerine İbrahim ‘Sen nasıl diriltebilir ve can alabilirsin dedi?’. Nemrut, ‘Ölmeleri benim yargıma bağlı olan iki adamı çağırırım. Birini öldürerek onun ölümüne sebep olurum; sonra diğerini bağışlar ve gitmesine izin veririm. Böylece onun canını bağışlamış olurum.’ Bunun üzerine İbrahim ona şöyle dedi: ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir” 24 Bunun üzerine Nemrut şaşırdı, ona cevap vermedi.”
Hikayede, İbrahim’in mensup olduğu kabilenin yılda bir kez büyük bir bayram kutladığı, bu süre içinde herkesin kent dışına çıktığı belirtilmektedir. (Burada Yahudilerin Toplanma Çadırı’na kafaları karıştıran bir gönderme yapılmış olabilir, çünkü Kuran’ın özelliği çok sayıda kronolojik sapmanın olması ve Muhammet’in atalarla ve peygamberle ilgili öykülerinin genelde aynı özellikleri taşımasıdır.) Bize, halkın kentten ayrılmadan önce “bazı yiyecekler” hazırladığı anlatılmaktadır. “Bunları tanrıların önüne koyarlar ve ‘Geri dönme zamanımız geldiğinde döneceğiz. Tanrılar yiyeceklerimizi bereketlemiş olacak, biz de yiyeceğiz’ derlerdi. İbrahim 25 putlara ve önlerine konulan yiyeceklere baktığında alay ederek onlara, ‘Yemiyor musunuz?’ dedi. Ona cevap vermediklerinde, ‘Neden konuşmuyorsunuz?’diye sordu. Bunun üzerine yanlarına gelip sağ eliyle vurdu 26. Elindeki baltayla onları parçalamaya başladı. Geriye bir tek en büyük put kaldı. Baltasını onun boynuna astı. Sonra çıkıp gitti. O zaman saygıya ve yüceliğe layık Olan şöyle dedi: ‘İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların en büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye’ (İbrahim’in yaptığına bakın 27). Bayram bitip insanlar tanrılarının evine döndüklerinde onları bu durumda görüp, ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir dediler. Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş dediler. Bizce bunu yapan odur.’ Daha sonra bu mesele Nemrut’un ve halktan önemli kişilerin kulağına gider. Şöyle derler: ‘O halde onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki bunu onun yaptığına şahitlik ederler.’ Onu kesin bir kanıt olmadan tutuklamak istemediler... Bunun üzerine onu insanların gözü önüne getirdiklerinde, ‘Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim? dediler. İbrahim, ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır: Kendisiyle birlikte bu küçük putlara tapmanıza öfkelenmiştir. Hepsinden daha büyük olduğu için de, onları parçalamıştır. Onlara sorun, eğer konuşuyorlarsa.’ Peygamber –Allah’ın selamı üzerinde olsun ve onu korusun!– ‘İbrahim, Yüceler Yücesi Allah adına üç kez yalan söyledi: “Hastayım”,“Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır” ve Sara’yı almayı teklif eden krala “O benim kardeşim” dediğinde” demiştir.”
“İbrahim bunu onlara söylediğinde, kendi vicdanlarına (kendi kendilerine) döndüler; sonra ‘Zalimler sizlersiniz dediler. Aradığınız adam burada ve onun yaptığını yapmış olduğu tanrılarınız da burada; bu durumda onlara sorun.’ İbrahim de, ‘Hadi onlara sorun, eğer konuşuyorlarsa’ demişti. Bunun üzerine halk, ‘O’nun söylediklerinde bir terslik göremedik’ dedi. ‘Zalimler sizlersiniz, sizler 28, hem büyük olanına, hem de küçük putlara tapıyorsunuz.’ İbrahim’in iddia ettiği konuya şaşırarak,  hemen eski inanç ve tartışmalarına döndüler. (Putların) konuşmadığını ve şiddete başvurmadığını biliyorlardı. Bunun üzerine ‘Sen bunların konuşmadığını pek ala biliyorsun’ dediler.  İbrahim’in öne sürdüğü karşı tez onları şaşırttı. İbrahim onlara “Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hala tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?’ dedi. Bu teze karşı çıkıp cevap veremediklerinde, “Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin 29 dediler. Abdu'llah İbn-i Amr, İbrahim’i yakmaya onları teşvik eden kişinin bir Kürt olduğunu söylemiştir. Şu'aibü'l Cebai ise onun adının Dainun olduğunu ve Yüceler Yücesi Allah’ın yeri yardığını ve onun, Diriliş Gününe kadar toprağın içinde kalacağını 30 söylemektedir. Nemrut ile halkı İbrahim’i yakmak için toplandıklarında, onu bir eve kapatmışlar ve onun için ağıla benzeyen bir yapı inşa etmişlerdir. Allah’ın ifadesi şudur: “Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın dediler 31’. Sonra onun için en sertlerinden odun ve yakacak topladılar.”
Alıntı yaptığımız yazar, İbrahim’in ateşe atıldığını ama ateşten sağ salim çıktığını anlatmaktadır. Anlatımını şöyle bitiriyor: “Hadiste, İbrahim’in, ‘Bana Allah yeter 32ve ‘Allah’ın her şeye gücü yeter 33 diyerek kurtulduğu, Allah’ın ise ‘Ey ateş, İbrahim için serinlik ve esenlik ol 34’” dediği yazılmıştır.”
Bu anlatım ile Yahudilerin Midraş Rabba’sında yazılı olanı karşılaştıracağız. Buradaki hikayede şunlar anlatılmaktadır 35:
“Terah, put yapan bir kişiydi. Bir yere giderken satıcı olarak yerine İbrahim’i oturturdu. Satın almak isteyen biri geldiğinde İbrahim ona ‘Kaç yaşındasın?’ derdi. Diğeri ‘Elli ya da altmış’ derdi. İbrahim ona ‘Vah o altmış yaşındaki adama ki, beş günlük bir şeye tapınmak istiyor!’ derdi. Diğeri utanır, yoluna giderdi. Bir keresinde elinde bir tabak buğday unuyla bir kadın geldi. İbrahim’e, ‘Al! Bunu onların önüne koy’ dedi. İbrahim ayağa kalktı, eline bir sopa aldı ve hepsini parçaladı;  sopayı içlerinden en büyük olanının eline tutuşturdu. Babası geldiğinde ona ‘Bunu onlara kim yaptı?’dedi.  İbrahim, ‘Senden niye saklayayım? Elinde bir tabak buğday unuyla bir kadın geldi, bana ‘Al! bunu onların önüne koy’ dedi. Unu önlerine koydum. Bu, ‘İlk önce ben yiyeceğim’, diğeri de ‘Önce ben yiyeceğim’ dedi. Aralarında en büyük olan şu, ayağa kalktı, sopayı aldı ve diğerlerini kırdı.’ Babası, ‘Niçin bana bir masal anlatıyorsun? Bunlar anlayabilirler mi?’ dedi. İbrahim de, ‘Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?’ dedi. Terah onu tutup Nemrut’a teslim etti. Nemrut ona, ‘Ateşe tapalım’ dedi. İbrahim şu karşılığı verdi, ‘Ateşi söndürebilen sulara tapalım’ karşılığını verdi. Ve Nemrut, ‘Sulara tapalım’ dedi. İbrahim, ‘Öyleyse, suları getiren buluta tapalım’ dedi. Nemrut, “Buluta tapalım” dedi. İbrahim, ‘Öyleyse, ‘bulutları uzaklaştıran rüzgara tapalım’ dedi. Nemrut, ‘Rüzgara tapalım’ dedi. İbrahim, ‘Rüzgara karşı koyabilen insana tapalım’ dedi. ‘Bak! Benimle ağız dalaşına giriyorsan, ben sadece ateşe taparım; seni ateşin ortasına fırlatırım. Taptığın Allah gelsin, seni ateşten kurtarsın!’ İbrahim ateş yanan fırına girdi ve kurtuldu.”
Bu Muhammedi hikayenin doğrudan Yahudilerden alındığı apaçık bellidir. Ancak Muhammet etkileyici ve şiirsel hayal gücüyle bazı ekler yaparak onu genişletmiştir. Ne var ki, Muhammet’in, okuduğu bir hikayeyi değil, Yahudilerin ağızdan ağza aktardıkları bir hikayeyi tekrarladığını burada da görüyoruz. Bu anlatımın Muhammet’in zihnindeki önemi, sadece hikayenin genişletilmesinden değil, Kuran’ın değişik yerlerinde bunu birçok kez tekrarlamasından da bellidir. Onun döneminde hikayenin ana hatlarının iyi bilindiği, Muhammet’in bunu hiçbir yerde uzun uzadıya anlatmak gerektiğini düşünmemesinden bellidir. Muhammed’in Kuran’daki sözleri, bütün müritlerinin bu hikayeyi çok iyi bildiklerine ve onu kabul ettiklerine inandığını göstermektedir. Olasılıkla, İbrahim hakkındaki başka hikayeler gibi bu da, Muhammet döneminden çok önce Arabistan’da çok revaçtaydı. Hikayenin Midraş Rabba’daki şeklinden alıntı yapmaktan amacımız, Muhammet’in bu konudaki eserden intihal yaptığını kanıtlamak değil, başlıca ayrıntılarıyla hikayenin Yahudiler arasında daha önceleri revaçta olduğunu ve Arapların bilgi edindikleri kaynakların bu ya da benzer tarzdaki hikayeler olduğunu göstermektir.  Bu hikayenin bazı kitaplarında yer aldığını söyleyen Yahudi dostlarına danışarak Muhammet’in hikayenin sağlamasını yaptırmayı, böylece onun doğruluğuna olan inancını pekiştirmeyi ihmal etmesi pek olası değildir.
Bununla beraber, Kuran’da İbrahim’in babasının adının, Yaratılış’taki gibi Terah değil, Azer olduğu görülmektedir. Ama Doğu Yahudileri kimi kez ona Zerah derler. Arapça ad, bunun tahrif edilmiş şekli olabilir. Ya da Muhammet bu adı Suriye’de öğrenmiş olabilir. Burada Eusebius olasılıkla bu adı  Άθάρ  kelimesinden türetmişti. Modern İranlı Muhammediler Arapçadaki gibi telaffuz etseler de çoğunlukla (*Arabic*) diye yazarlar ama Farsça asıl telaffuzu da Azerdir. Bu kelime Farsçada “ateş” demektir ve bu elemente hükmettiği varsayılan meleğin,  Ormazd’ın iyi varlıklarından birinin adıdır.  Mecusiler, İbrahim’in babasını bu iyi ateş ciniyle (Izad) özdeşleştirerek, İbrahim’e saygı duyulmasına çalışmış olabilirler. Böyle bile olsa, sırası gelince belirtileceği üzere, İbrahim’in ateşe atılması öyküsünün izlerini bazı Yahudi yorumcuların yaptıkları basit bir gafa kadar sürebiliyoruz.
Kuran’daki bu ve benzeri efsanelerin kaynağını keşfetmek aslında, Kuran’ın bir İlahi vahiy olduğu iddiasını çürütmektedir. Müslümanların bu görüşü yalanlamak için,  genelde kullandıkları bir dizi sava pekala işaret edilebilir. Müslümanlar, ileri sürdüğümüz bu tarz olguların, dinlerinin doğruluğunun apaçık bir kanıtını olduğunu cevabını vermekte ısrar ederler. “Çünkü” derler, “Muhammet bu anlatımı Yahudilerden almayıp, tam tersine melek Cebrail aracılığıyla esinlenmiş bile olsa, İbrahim’in soyundan gelen Yahudiler bu anlatımı geleneklerinin yetkisine dayanarak kabul ettikleri için, onların bu tanıklığının, Kuran’ın bu konudaki öğretisini inandırıcı tarzda doğruladığı kabul edilmelidir 36.”
Buna karşılık olarak, günümüzde sadece cahil Yahudilerin bu hikayelere güvendiklerini, çünkü onların, gelenek adını taşımayan hiçbir şeye güvenmediklerini belirtmek yeterlidir. Yahudilerin İbrahim’in dönemine ait güvenilir tek gelenekleri Pentatük’te yer almaktadır. Bu çocukça hikayenin burada bulunmadığını söylemek gereksizdir. Tam tersine, Nemrut’un İbrahim döneminden kuşaklar önce yaşadığı Yaratılış bölümünde nettir. Nemrut’un adı Kuran’da geçmemektedir ama gördüğümüz gibi, Midraş Rabba’daki Yahudi efsanesinde olduğu gibi, hem Muhammedi hadislerde hem de bunlardaki Kuran ile ilgili açıklamalarda İbrahim’in ateşe atılması hikayesinde adı karşımıza çıkmaktadır. Burada bazı cahillerin, Büyük İskender’in Türklerin Sultanı Osman’ı ateşe attığını söylemeleri kadar büyük bir tarih sürçmesi vardır. Onlar, İskender ile Osman arasında ne kadar uzun bir zaman aralığı olduğunu ve Osman’ın başından asla böyle bir maceranın geçmediğini bilmezler! 
Üstelik İbrahim’in ateşten kurtulması hikayesi bütünüyle, eski bir Yahudi yorumcunun bilgisizce bir gafına dayanmaktadır. Bunu açıklamak için Yonatan ben Uzziel’in Targum’una başvurmalıyız. Yazar, Tanrı İbrahim’i ilk kez evini ve ülkesini bırakarak Kenan diyarına gitmeye çağırdığında, İbrahim’in Keldanilerin Ur kentinde yaşadığından söz edildiğini görmüştür. 37 Günümüzde bu kent Mugheir adıyla bilinen yerdir. Eski Babil’de ur veya uru kelimesi kent anlamına gelirdi. “Esenlik Allah’ının kenti” olan Yeruşalim’in adında da geçmektedir (Arapça hala Urusalim denir). Ama Yonatan Babil dilini bilmiyordu ve Ur’un, Aramice “ateş” demek olan İbranice Or,  “ışık” ile aynı anlama gelmesi gerektiğini düşündü. Bu nedenle Yaratılış xv 7’yi " Kildaniler'in ateş yanan ocağından seni çıkaran RAB benim" tarzında yorumladı. Yaradılış xi 28’i yorumlarken de şöyle yazmaktadır: “Nemrut, İbrahim’i putlara tapmadığı için, ateş yanan ocağa attığında, ateşin ona zarar vermesine izin verilmemiştir.” Bütün hikayenin tek bir kelimenin yanlış açıklanmasıyla ortaya çıktığını ve gerçeğe dayanmadığını görüyoruz. Yine de hatayı yapan ilk kişinin Yonatan olup olmadığı kuşkuludur; büyük olasılıkla o, başkalarının görüşlerini kabul etmiş olabilir. Her ne olursa olsun sonuç aynıdır.
Yonatan ben Uzziel’in, belirttiğimiz gibi bir hata yapması şaşırtıcı değildir. Ama İlahi bir vahiy aldığını iddia eden birinin, böyle bir hatadan kaynaklanan bir hikayeyi kelimesi kelimesine doğru kabul etmesi, Cebrail aracılığıyla Allah’tan aldığını ifade ettiği bir kitabın farklı yerlerine hikayeyi bölüm bölüm alması, müritlerine buna inanmalarını ve Kuran ile (yanılarak, bu hikayenin bulunduğunu sandığı) Yahudi Kutsal Yazıları arasındaki bu ve benzer konulardaki tutarlılığa, kendisine Allah tarafından peygamberlik görevi verildiğinin kanıtı diye bakmalarını öğretmesi gerçekten tuhaftır.
3. Sebe Melikesinin Süleyman’ı Ziyaretinin Hikayesi
Kuran’da anlatıldığı şekliyle, bu hikayenin kaynağından en küçük bir kuşku duyulamaz. Mikraot Gedolot’da basılan, Ester konulu İkinci Targum’dan sadece önemsiz birkaç değişiklik yapılarak alınmıştır. Kuşkusuz Muhammet, bunun Yahudi Kutsal Yazılarında yer aldığına inanıyordu. Buradaki saçmalıklar kendisinin ve Arapların zevkine o kadar uygundu ki ki,  bunu Kuran’a almıştı. (Sure XXVII., Neml, 17 ve 20-45. ayetler). Burada şöyle anlatılmaktadır:
“Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları toplandı; hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu. (Süleyman) kuşları gözden geçirdi ve şöyle dedi: Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek 38 ya da onun canını iyice yakacağım yahut onu boğazlayacağım! Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: Ben dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim 39. Gerçekten, onlara (Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan kadınla karşılaştım. Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar. (Şeytan böyle yapmış ki) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlendiğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler. (Halbuki) büyük Arş’ın sahibi olan Allah’tan başka tanrı yoktur. (Süleyman Hüdhüd’e) dedi ki: Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.
Süleyman’ın mektubunu alan Sebe melikesi, ‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’ dedi. ‘Mektup Süleyman’dandır, rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.’ ‘Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin 40, diye (yazmaktadır)’. (Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam. Onlar, şu cevabı verdiler: Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün. Melike: hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklar, dedi. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.
(Elçiler, hediyelerle) Süleyman’a gelince şöyle dedi: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle (ben değil) siz sevinirsiniz. (Ey elçi) Onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak surette hor ve hakir halde oradan çıkarırız! (Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip 41 bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi. Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan 42 ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütuftandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.
(Süleyman devamla) dedi ki: Onun tahtını bilemeyeceği bir hale getirin; bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayanlar arasında mı olacak. Melike gelince: senin tahtın da böyle mi? dendi. O şöyle cevap verdi: Tıpkı o! (Süleyman şöyle dedi): Bize daha önce (Allah’tan) bilgi verilmiş ve biz müslüman olmuştuk. Onu, Allah’tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkarcı bir kavimdendi. Ona: Köşke gir! dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti. Süleyman: Bu, billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir, dedi. Melike dedi ki: Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum 43. Andolsun ki, ‘Allah’a kulluk edin!’ (demesi için) Semud kavmine kardeşleri Salih’i gönderdik. Hemen biriyle çekişen iki zümre oluverdiler.”
Targum’da söz edilen bazı ayrıntılar bu anlatımda yoktur ve birkaç noktada Targum’dan farklıdır. Targum’da, tahtın Süleyman’a ait olduğu 44  ve tahtın üzerinde duran yirmi dört kartalın, kral tahtta otururken, başına gölge yaptığını anlatmaktadır. Süleyman ne zaman bir yere gitmek istese, kartallar onu ve tahtını taşırdı. Bu durumda Targum’da kartalların taht taşıyıcıları olarak anlatıldığını görüyoruz.  Oysa Kuran’da İfrit’in, sadece bir kez, taht boşken Süleyman’a hizmet ettiği belirtiliyor. Ama Sebe Melikesine ve kralın ona kuşla gönderdiği mektuba gelince, Targum’da hüdhüd kuşuna tümüyle aynı anlama gelen “çöl horozu” denmesinin dışında, iki kitap arasında olağanüstü bir benzerlik vardır. Arapça anlatımla karşılaştırılabilmesi için burada Targum’daki yazıyı çeviriyoruz.
“Yine Süleyman’ın canı şarapla keyiflendiğinde, önünde diz çökmüş olan bütün krallara yüceliğini göstermek için ülkedeki hayvanlara ve gökteki kuşlara ve topraktaki sürüngenlere ve cinlere ruhlara gulyabanilere önünde dans etmelerini emretti. Ve kralın katipleri hepsini isimleriyle çağırdılar ve mahkumlar, esirler ve onlardan sorumlu olan kişiler hariç, hepsi toplanarak onun önüne geldi. O esnada çöl horozu diğer kuşların arasında eğlenmekteydi ve görünürlerde yoktu. Kral bu kuşun zorla getirilmesini buyurdu ve onun öldürülmesini istedi. Çöl horozu Kral Süleyman’ın huzuruna geri döndü ve ona şöyle dedi, ‘beni dinleyiniz efendim, evrenin kralı, sözlerime kulak verin. Üç ay önce, yüreğimde hissederek, bütün dünyayı görmeden ve boydan boya uçmadan önce yemek yememek, su içmemek için kendi kendime kesin bir karar vermemiş miydim? Ve şöyle dedim, hangi ülke veya krallık ola ki efendim krala itaat etmez? Araştırdım ve doğudaki bir memlekette, adı Kitor olan müstahkem bir şehre rastladım. Toprak altınla doluydu ve gümüş sokaklardaki gübre kadar çoktu, başlangıçtan beri orada ağaçlar vardı; ve Aden Bahçesinden su içiyorlardı. Pek çoğunun başında çelenkler vardı. Aden Bahçesinde yetişen bitkilerden vardı, çünkü şehir Aden Bahçesine yakındı. Ok atmayı biliyorlardı, ama okla öldürülmezlerdi. Bir kadın onları yönetiyor ve adı Sebe kraliçesiydi. Şimdi efendim, kralım, isterseniz bu kişi 45  beni hazırlayacak ve kalkıp Kitor kalesine, Sebe şehrine gideceğim; ‘krallarını zincirlerle ve soyluları da demir halkalarla bağlayacağım’ ve onları Kralım efendime getireceğim.’ Ve bu sözler kralı memnun etti, kralın yazıcıları çağırıldı, bir mektup yazdılar ve mektubu çöl horozunun kanadına bağladılar. Kuş kalktı ve gökyüzünde yükseldi, sarığını bağladı ve diğer kuşların arasından uçup gitti. Ve diğer kuşlarda onu takip ettiler. Ve Sebe şehrine, Kitor kalesine gittiler. Ve sabah olmak üzereyken Sebe Kraliçesi tapınmak için denize gitti. Bütün kuşlar güneşi kararttı; kadın ellerini giysilerine götürdü ve onları yırttı, şaşırdı ve tedirgin oldu. Ve tam bir tedirginlik içerisindeyken çöl horozu geldi, kadın onu gördü ve işte! Kanadında bir mektup bağlıydı. Onu açtı ve okudu. Ve mektupta şöyle yazılmıştı: ‘Bendeniz, Kral Süleyman’dan, size ve soylularınıza selam olsun! Çünkü Kutsal Olanı tanıdıkça, O kutsanmış olur! O beni karadaki hayvanların, gökteki kuşların, cinlerin ruhların ve gulyabanilerin üzerinde Kral atadı ve Doğunun, Batının, Kuzeyin ve Güneyin bütün kralları gelir ve hatırımı sorarlar: şimdi sizde gelip benim halimi ve hatırımı sormak isterseniz, pekala sizi önümde eğilen bütün krallardan daha büyük sayarım. Eğer gelmek ve halimi, hatırımı sormak istemiyor sanız, size karşı tümenler ve süvariler gönderirim. Derseniz ki ‘Kral Süleyman hangi krallara, tümenlere ve süvarilere sahiptir?’ –karadaki canlılar krallar, tümenler ve süvarilerdir. ‘Hangi süvariler?’ derseniz –havadaki kuşlar süvarilerdir, ordularım ise ruhlar ve cinlerdir, gulyabaniler de sizi evlerinizdeki yataklarınızda boğacak olan tümenlerdir; karadaki hayvanlar sizi karada öldürürler; havadaki kuşlar etlerinizi parçalar.’ Sebe kraliçesi mektubu okuduğunda, bir kez daha ellerini giysilerine götürdü ve onları parçaladı, yırttı. Korku içerisinde ihtiyarları ve soyluları çağırdı ve onlara şöyle dedi, ‘Kral Süleyman’ın bana ne gönderdiğini biliyor musunuz?’ onlar şöyle yanıtladılar, ‘Ne kral Süleyman’ı biliyoruz, ne de onun krallığı hakkında bilgimiz var.’ Fakat kadın rahat değildi, onların sözlerini de dinlemedi, gitti ve denizdeki bütün gemilere haber göndererek onları çeşitli sunular, mücevher ve değerli taşlarla doldurdu. Ve ona aynı yıl, aynı ay, aynı gün, aynı saatte doğmuş, aynı boyda, aynı endama sahip olan, hepsi de mor giysiler giymiş olan altı yüz erkek ve kız çocuğu gönderdi. Ve bir mektup yazdı, onlarla Kral Süleyman’a gönderdi. ‘Kitor istihkamından İsrail ülkesine olan uzaklık yedi yıl sürer. Şimdi sizden istediğim dualarınız ve dilekleriniz vasıtasıyla, üç yılın sonunda size geleceğim.’ Ve üç yılın sonunda Sebe kraliçesi Kral Süleyman’a gitti. Kral Süleyman Sebe kraliçesinin geldiğini duyduğunda, ona, aydınlanmakta olan yeni gün gibi olan, parıldayan ve diğer yıldızlar arasında seçilen, görkemli Venüs yıldızına benzeyen Yehoyada oğlu Benaya’yı ona gönderdi, Benaya su kenarlarındaki zambaklar gibiydi. Sebe kraliçesi Yehoyada oğlu Benaya’yı gördüğünde, arabadan indi. Yehoyada oğlu Benaya ona karşılık vererek şöyle dedi, ‘Niçin arabandan indin?’ Kadın onu şöyle diyerek yanıtladı, ‘Sen Kral Süleyman değil misin?’ Adam şöyle yanıt verdi, ‘Ben Kral Süleyman değil, onun emrinde olan hizmetkarlardan biriyim dedi.’ Ve kadın hemen başını arkasına çevirir ve soylulara durumu bir benzetmeyle açıklar, ‘Aslan size görünmediyse, fakat yavrusunu gördünüz, Kral Süleyman’ı görmediyseniz, onun emrinde olan bir adamın güzelliğini gördünüz. Yehoyada oğlu Benaya kadını kralın huzuruna götürdü. Kral kadının kendisine geldiğini duyduğunda, kalktı ve billurdan yapılmış bir köşke girdi. Sebe kraliçesi Süleyman’ın billurdan bir köşkte oturduğunu gördüğünde, oradan geçebilmek için eteklerini topladı ve Süleyman kadının ayaklarında tüyler olduğunu gördü. Kral kadına şu karşılığı verdi, ‘güzelliğin bir kadının güzelliğidir ve tüylerin bir adamın tüyleridir; ve tüy bir adama yakışır, bir kadın için utanç vericidir.’ Sebe kraliçesi buna karşılık şöyle dedi, ‘Efendim, kralım size üç benzetme anlatacağım, bunları açıklayabilirseniz, sizin bilge bir kişi olduğunuzu bileceğim.’ (Süleyman bu üç meseleyi de çözdü.) ve kadın şöyle dedi, ‘hüküm vermek ve adaletin sağlamak için sizin kraliyet tahtında oturmanızdan hoşnut olan Rab Tanrınıza övgüler olsun.’ Ve kadın krala değerli altın ve gümüşlerden verdi. Ve kral da kadına arzu ettiği her şeyi sundu.”
Yahudi hikayesinde, Sebe kraliçesinin Süleyman’dan bazı bilmeceleri çözmesini istediğinden söz edildiğini görüyoruz. Kuran’da bu konudan söz edilmese bile bu, hadislerde yazılmıştır. Melikenin kristal zemini derin bir su havuzu sanması Kuran’da, Targum’daki gibi tam bir öykü tarzında anlatılmadığı için, bazı Muhammedi yazarlar ayrıntıları aynen doldurmuşlardır. Örneğin, Araisü'l Mecalis’de (s. 438) şunu okuyoruz: “Kadın suyun içinden Süleyman’a gidebilmek için eteklerini kaldırdı. Süleyman onu gördü. Ayaklarına ve bacaklarına gelince, bacaklarının tüylü olması dışında, dünyanın en güzel kadınıydı. Bunu gören Süleyman, onu durdurmak için seslendi. Yüksek sesle ‘Bu, camla döşenmiş bir saraydır’ dedi.”
Yeruşalim’deki tapınakta yer alan “yuvarlak havuz” yanlış hatırlandığı için, kristal zeminden söz edilmiş olabilir (1 Kr. vii 23). Diğer bütün olağanüstülükler tümüyle Yahudilerin fantezisi gibi gelmektedir. Açıkçası Yahudilerin hikayesi o kadar olağanüstüdür ki, Muhammet’in bunun kesinlikle doğru olduğuna açıkça inanması şaşırtıcıdır. Ama söz edilen bazı olaylar, yine de diğerlerinden daha iyi açıklanabilmektedir. Örneğin; (günümüze kadar Doğu’da çok geçerli olan) Süleyman’ın çeşitli kötü ruhlar üzerinde egemenlik kurduğu görüşü, Yahudilerin, Vaiz ii: 8’deki İbranice (*Arabic*) kelimelerini yanlış anlamalarından 46 ortaya çıkmıştır. Olasılıkla bu kelimeler “kadın ve kadınlar” demekti. Ama görünen o ki, yorumcular, Kutsal Kitap’ta başka bir yerde karşımıza çıkmayan bu kelimeleri yanlış anlamışlar ve bunların belirli kötü ruhları ((*Arabic*) kelimesinin dişili) belirttiğini açıklamışlardır. Bu nedenle hem Yahudi efsanesinde, hem de Kuran’da, Süleyman’ın çeşitli ruhlardan oluşan ordularının olduğundan söz edilmektedir. Bin Bir Gece Masalları’ndaki Tüccar ve Cin hikayesi de aynı inanışın başka bir örneğidir. Kuran’daki bu hikayenin kaynağı bilinse de, Muhammet Peygamberin bir masalcı gibi bu olağanüstü kitabın yazarını taklit etmeye çalıştığını görmek şaşırtıcıdır. Ancak Muhammet saflıkta, rakibini kuşkusuz gölgede bırakmıştır, çünkü sözü edilen ikinci kişinin kendi yazdığı olağanüstü hikayelere inandığı ya da bunların gökten indiğini kabul ettiği düşünülemez.
Hikayenin tamamının tarihsel temeli, 1. Krallar x. 1-10’da yazılmıştır (2Ta. ix.1-9’da tekrar edilmiştir). Burada Süleyman hakkında hiçbir olağanüstülükten, cinlerden, ifritlerden, kristal saraylardan söz edilmemekte ama Arabistan’ın iyi bilinen Saba bölgesinin Kraliçesinin Süleyman’ı ziyareti anlatılmaktadır.
“Saba Kraliçesi, RAB'bin adından ötürü Süleyman'ın artan ününü duyunca, onu çetin sorularla sınamaya geldi. Çeşitli baharat, çok miktarda altın ve değerli taşlarla yüklü büyük bir kervan eşliğinde Yeruşalim'e gelen kraliçe, aklından geçen her şeyi Süleyman'la konuştu. Süleyman onun bütün sorularına karşılık verdi. Kralın ona yanıt bulmakta güçlük çektiği hiçbir konu olmadı. Süleyman'ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin oturup kalkışını, hizmetkârlarının özel giysileriyle yaptığı hizmeti, sakilerini ve RAB'bin Tapınağı'nda sunduğu yakmalık sunuları gören Saba Kraliçesi hayranlık içinde kaldı. Krala, ‘Ülkemdeyken yaptıklarınla ve bilgeliğinle ilgili duyduklarım doğruymuş’ dedi, ‘Ama gelip kendi gözlerimle görünceye dek inanmamıştım. Bunların yarısı bile bana anlatılmadı. Bilgeliğin de, zenginliğin de duyduklarımdan kat kat fazla. Ne mutlu adamlarına! Ne mutlu sana hizmet eden görevlilere! Çünkü sürekli bilgeliğine tanık oluyorlar. Senden hoşnut kalan, seni İsrail tahtına oturtan Tanrın RAB'be övgüler olsun! RAB İsrail'e sonsuz sevgi duyduğundan, adaleti ve doğruluğu sağlaman için seni kral yaptı.’ Saba Kraliçesi krala 120 talant altın, çok büyük miktarda baharat ve değerli taşlar armağan etti. Krala o kadar baharat armağan etti ki, bir daha bu kadar çok baharat görülmedi.”
Kuran’da yer alan başka birçok anlatım, Yahudi efsanelerinden alınmış olsa bile, tümünden uzun uzadıya alıntı yapmamız gereksizdir. Her halükarda Muhammet, Eski Antlaşma Kanonundaki Kitaplarda anlatılan Peygamberlerin gerçek tarihinden habersiz görünmektedir. Kuşkusuz bunun nedeni, Arabistan’daki Yahudilerin bilgili insanlar olmamaları ve Kutsal Kitap’takinden çok Talmud’daki hikayelere aşina olmalarıydı. Yine de, daha önemli konulara geçmeden önce, Babil’de günah işleyen iki meleğin, Harut ile Marut’un hikayesini ele almalıyız. Bu, çok ilginç bir hikayedir. Önce bunun Yahudilere kadar giden ipuçlarına bakacağız. Sonra da aslında karma bir hikaye olduğuna işaret edeceğiz. Önce Kuran’da ve hadislerde anlatıldığı şeklinden alıntı yapacağız, daha sonra kaynağını oluşturan Yahudi efsaneleriyle diğer efsanelerden söz edeceğiz.
4. Harut ile Marut’un Hikayesi
Kuran’da, (Sure II, Bakara, 96) şöyle yazılmıştır:
“Süleyman büyü yapıp kafir olmadı. Lakin şeytanlar kafir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kafir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi.”
Hadisin yetkisine dayanılarak bu ayet Araisü'l Mecalis’de açıklanırken şu hikayenin anlatıldığını görüyoruz. “Yorumculara göre, melekler İdris Peygamber zamanında göğe yükselmiş  insanoğullarının kötü işlerini gördüklerinde onları azarladılar, onları reddettiler ve şöyle dediler: ‘Bunlar Senin dünyada vekiller yaptığın ve seçtiğin kişilerdir ama sana karşı geliyorlar.’ Bunun üzerine Yüceler Yücesi Allah şöyle dedi: ‘Sizi dünyaya yollamış olsaydım ve onlara aşılamış olduklarımı size verseydim, siz de onlar gibi davranırdınız.’ Melekler, ‘Allah esirgesin! Aman Allahım, sana karşı gelmek bize uygun düşmezdi’ dediler. Yüceler Yücesi Allah şöyle dedi: ‘Aranızdan en iyi iki meleği seçin: ikisini de Dünyaya göndereceğim.’ Bunun üzerine meleklerin en iyilerinden ve en dindarlarından olan Harut ile Marut’u seçtiler. El Kalbi şöyle demektedir: ‘Yüceler Yücesi Allah şöyle dedi: “Aranızdan üçünü seçin;” böylece Harut’u yani Azz’ı, Marut’u yani Azabi’yi ve Azrail’i seçtiler. Allah,  İblis’in Azazil olan adını değiştirdiği gibi, aslında bu ikisi suç işlediklerinde onların da adlarını değiştirdi. Daha sonra Yüceler Yücesi Allah onların içine, insanoğullarına verdiği istekten koydu ve onları Dünyaya gönderdi; onlara insanları adil yargılamalarını emretti. Çoktanrıcılığı, haksız yere adam öldürmeyi, pisliği ve şarap içmeyi onlara yasakladı. Azrail’e gelince, yüreğine istek geldiğinde, gerçekten Rab’binden kendisini bağışlamasını isteyip cennete alması için yalvardı.  Böylece Allah onu bağışlayarak cennete aldı. Melek orada kırk yıl tapındı; daha sonra baş kaldırdı; bundan sonra Yüceler Yücesi Allah’ın önünde hissettiği utançtan ötürü başını eğmekten vazgeçmedi. Ancak diğer ikisine gelince, onlar oldukları gibi kaldılar. Gün boyunca insanları yargılıyorlardı ve akşam olduğunda Yüceler Yücesi Allah’ın Büyük Adını tekrarlayarak ve göğe çıkıyorlardı. Katada, onların ayartılmalarının bir ay bile sürmediğini söylemektedir. Bunun nedeni, en güzel kadınlardan biri olan Zühre’nin bir gün onlara bir dava getirmesiydi. Ali, kadının Pers ve ülkesinin kraliçesi olduğunu söylemektedir. Kadını gördüklerinde, kadın ikisinin de yüreğini tutsak etmiştir. Bu nedenle kadınla birlikte olmak istediler. Kadın reddedip gitti. Ertesi gün tekrar geldi ve melekler aynı şeyi yaptılar. Kadın, ‘İkiniz de benim taptığıma tapmaz, bu puta dua etmez ve adam öldürmeyip şarap içmezseniz olmaz’ dedi. İkisi de, ‘Bizim bunları yapmamız mümkün değil, çünkü Allah bunları yapmamızı yasakladı’ dediler. Bunun üzerine kadın gitti. Üçüncü gün elinde bir kadeh şarapla tekrar geldi ve onlara çekici göründü. Bunun üzerine melekler kadınla beraber olmak istediler. Kadın reddetti ve bir gün önceki teklifini tekrarladı. Melekler ‘Allah’tan başkasına ibadet etmek ve adam öldürmek korkunç bir şeydir, üçünden en kolayı ise şarap içmektir’ dediler. Bunun üzerine şarap içip sarhoş oldular ve kadına saldırdılar... Biri onları gördü, adamı öldürdüler. Kalbi bin Anas onların puta taptıklarını söylemektedir. Sonra Allah, Zühre’yi bir yıldıza dönüştürdü. Ali, Sadi ve Kalbi Zühre’nin, ‘Göğe nasıl yükseldiğinizi bana öğretinceye dek beni elde edemezsiniz’ dediğini söylemektedirler. Bunun üzerine melekler, ‘Biz göğe Allah’ın yüce adıyla yükseliyoruz.’ O zaman Zühre, ‘Bunu bana öğretinceye kadar beni elde edemeyeceksiniz’ dedi. İçlerinden biri arkadaşına, ‘Öğret ona. Aslında ben, Allah’tan korkuyorum’ dedi. O da ona, ‘O zaman En Yüce Olan’ın merhameti nerede?’ dedi. Sonra Zühre’ye bunu öğrettiler. Bunun üzerine Zühre bunu söyleyerek göğe yükseldi ve Yüceler Yücesi Allah onu yıldız yaptı.”
Zühre, Venüs gezegeninin Arapça adıdır. Çok sayıda otoritenin, bu hikayenin değişik versiyonlarından alıntı yapması, Müslümanlar arasında bunun, Peygamberlerinin ağzından çıkan hadislerle kuşaktan kuşağa aktarılarak genelde kabul gördüğünün yeterli bir kanıtıdır. Hikayede bir çok nokta vardır ki, elimizde başka hiçbir kanıt olmamasına rağmen, bunun aslında bir Yahudi hikayesi olduğunu göstermektedir. Bunlardan biri, Allah’ın özel adını –Yahudilerin ifadesiyle “ağza alınmayan adı”- bilen birinin büyük şeyler yapabildiği görüşüdür. Örneğin; bazı eski Yahudi yazarlarının Rabbimizin mucizelerini açıklarken, O’nun mucizelerini bu adı, yani Tetragrammaton’u söyleyerek gerçekleştirdiğini öne sürdükleri iyi bilinmektedir. Ayrıca melek Azrail’in ismi de Arapça değil, İbranicedir.
Ama hikayenin Yahudi kaynaklı olduğu konusunda daha doğrudan bir kanıtımız vardır. Midraş Yalkut, bölüm xiv’deki sözlerinde bu kanıta şöyle yer verilmektedir:
“Haham Joseph’e öğrencileri ‘Azail nedir?’diye sordular. Şöyle yanıtladı, ‘Tufan (döneminde yaşayan) kuşak ortaya çıkıp boş şeylere (örn.; putlara)  taptığında, adına övgüler olsun Kutsal Olan öfkelendi. Hemen iki melek, Şemhazai ile Azail orada belirerek O’nun huzurunda şöyle dediler: ‘Ey Alemlerin Rabbi! Dünyanı yarattığında, senin huzurunda durup,  ‘İnsan ne ki, onu anasın?’ dememiş miydik? (Mez viii. 4) Rab onlara, ‘Dünyaya gelince, onu ne yapacağız?’ dedi. Onlar da O’na ‘Ey alemlerin Rabbi, onu biz yöneteceğiz’ dediler. O da ‘Bana öyle geliyor ki, eğer Dünyaya siz egemen olsaydınız, size kötü arzular egemen olurdu ve bu insanoğullarından daha inatçı olurdunuz’ dedi.  O’na şu karşılığı verdiler: ‘İzin ver, biz de yarattıklarınla beraber yaşayalım. Nasıl kutsal olacağımızı göreceksin.’ Onlara ‘Aşağıya inin ve onlarla yaşayın’ dedi. İlk olarak Şemhazai, adı Ester olan genç bir kız gördü. Gözlerini ona dikip, ‘Bana karşı yumuşak başlı ol’ dedi. Ester, ‘Tekrarladığın anda göğe yükseldiğin, [Allah’ın] o özel adını bana öğretinceye kadar sana kulak vermeyeceğim’ dedi. Bu adı Ester’e öğretti. Sonra Ester onu tekrarladı: O da göğe yükseldi ve alçaltılmadı. Kendisine Yücelik Olsun, Kutsal Olan, ‘Bu kız günah işlemeyi bıraktığı için, gidin ve onu yedi yıldızın arasına yerleştirin. Öyle ki, siz de onun gibi sonsuza kadar pak kalasınız.’ Ester Ülker takımyıldızının arasına yerleştirildi. Onlar ise güzel insan kızlarıyla hemen kendilerini alçalttılar ama arzularını tatmin edemediler. Ortaya çıkıp eşler aldılar, Hiwwa ve Hia adında oğulları oldular. Azail ise erkekleri günah işleme düşüncesine yatkın hale getiren, kadınların kullandıkları pek çok süs ve ziynet eşyasının efendisi oldu.’”
Son cümlede söyleneni daha sonra tekrar edeceğiz 47 Midraş’taki Azail’in Muhammedi efsanedeki Azrail olduğuna da dikkat edilmelidir.
Muhammedi efsaneyi Yahudi efsanesiyle karşılaştırırken ilkinin, kelimesi kelimesine değilse de, ağızdan ağza aktarıldığı şekliyle ikincisinden çıktığını algılamamak mümkün değildir. Ancak “Yahudiler bu efsaneyi nereden öğrendiler?” sorusunun yanıtını irdelemeden önce, efsanenin Muhammedi biçiminde bazı ilginç noktalar vardır.
Bu noktalardan biri, Harut ile Marut’un adlarının kökenidir. Bu meleklerin aslında adlarının başka olduğu, onlara sırasıyla Azz ve Azabi adlarının verildiği, daha sonraki adlarının ise İbrani ve Arap dillerinde ortak olan köklerden meydana geldiği söylenmektedir. Bununla beraber, Midraş Yalkut’ta, günah işleyen meleklere Şemhazai ve Azail adı verilmektedir. Oysa Arap efsanesinde Azrail’in aşağıya inmesine rağmen, üçüncü bir kişi olarak Harut ile Marut’a eşlik ettiği ve daha sonra da fiilen günah işlemeden cennete geri döndüğü anlatılmaktadır. Günümüzde Müslümanlar Azrail’i, Ölüm Meleği diye kabul etmektedirler. Yahudilerde ise bu rolü Sammail oynamaktadır. Arap efsanesinde, Harut ile Marut adlarının, bu iki meleğe günah işlemelerinden sonra verildiğini anlatılmaktadır. Bu ikisinin adının Hıristiyanlık çağının üçüncü ve dördüncü yüzyıllarında Ermenilerin Hıristiyanlığa dönmeden önce taptıkları antik Ermeni tanrılarının adları olduğunu gördüğümüzde, bunun altında yatan anlam netleşmektedir. Ermenice adları Horot ile Morot’tu. Modern bir Ermeni yazar, ülkesinin antik mitolojisinde onların oynadıkları tahmin edilen rolü şu kelimelerle anlatmaktadır:
“Masis (Ararat) Dağı’nın yarı-tanrıları Horot ile Morot ve Amenabegh kuşkusuz Tanrıça Spandaramit’in yardımcılarıydı. Bugün bilmediğimiz belki başka tanrılar da vardı. Bunlar, dünyanın üretkenliğinin ve verimliliğinin özel destekçileriydi. 48
Ermenice Spandaramit, Avesti dilindeki, dünyayı yöneten ve erdemli kadınları koruyan kadın başmelek Spenta Armaiti’dir. Avesta’da Harot ile Morot, Haurvat (veya Haurvatat) ve Ameretat “bolluk” ve “ölümsüzlük” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, iyi olan her şeyin yaratıcısı Ahura Mazda’nın (Ormazd) baş asistanları ve hizmetlileri olan Amşaspand’ların (Ameşa-spentas, “cömert ölümsüzler”) beşincisi ve altıncısıdırlar. 
Ermeni mitolojisindeki Horot ve Morot gibi, 
Avesta’da da Haurvatat ve Ameretat ayrılmaz arkadaşlardır. İkincisi, bütün bitkiler alemine başkanlık eder. 
Daha sonra bu adlar eski Farsçada giderek Hordad ile Murdad’a dönüşmüş ve bu iki iyi cin, adlarını yılın üçüncü ve beşinci aylarına vermiştir. Bu kelimeler tamamen Ari kökenlidir 
ve Sanskritçede doğru biçimleriyle (sarvata ve amrita- ilki Rig Veda’da sarvatiti olarak geçer) karşımıza çıkar, ancak bunlar mitolojik varlıklar haline getirilmemiştir. Ari efsanesinde Spenta Armaiti olarak kişileştirilen bu yarı-tanrıların, yeryüzüne bereket sağladığı ve her türlü verimliliğe egemen oldukları anlatılmaktadır. Onlar kutsal varlıklardı ve Muhammedi efsanedeki gibi, Ormazd’ın emri uyarınca dünyaya inmişlerdi. Ancak görevlerini yerine getirmeleri aslında günah düşüncesiyle bağdaştırılmamıştır. Adlarını antik Ermeni ve Pers mitolojilerinden aldıkları için, Muhammet (ya da ona bilgi verenler) bunları Yahudi mitolojisindeki günahkâr iki melekle karıştırmıştır. Daha sonra da ele alacağımız gibi 49, Muhammet, Yahudi kaynaklarının yanı sıra Farsça kaynaklardan da bilgi toplamamıştır ve aslında birbirinden tümüyle bağımsız olan iki mit arasında, Muhammet’in bunların bir ve aynı olduğunu düşünmesine yol açan yeterince benzerlik vardı. Böylece Arilerin iki cinin asıl oyuncular diye sahneye çıkmasıyla meydana gelen tuhaf olgunun başlıca özellikleri Talmud’dan alınmıştır.
Yahudi hikayesinde Ester adı verilen kız, antik Babil’in tanrıçası İştar’dır. Filistin ve Suriye’de Aştoret adıyla tapılmıştır. Aşkın ve günahkâr tutkuların tanrıçasıydı. Grekler ve Romalılar onu sırasıyla Afrodit ve Venüs ile özdeşleştirmişlerdi. Arapların Zühre dedikleri Venüs gezegeniyle de özdeşleştirildiği için,  Yahudi ve Arap hikayelerindeki adlar arasındaki farkın önemsiz olmadığı, gerçek bir varlık olduğundan söz edilen bu mitolojik kişiliğin bir ve aynı olduğunu anlamak kolaydır.
İştar’ın, Babil ve Asur mitolojilerinde ne kadar önemli rol oynadığı iyi bilinmektedir. Onun çok sayıdaki aşk efsanelerinden biri burada çevrilmelidir, çünkü meleklerin işledikleri günah öyküsünün aslını kısmen açıklamakta, Zühre’nin ya da Ester’in neden göğe yükselmesine izin verildiğini ve göğe yükseldiğini de anlatmaktadır.
Babil mitinde, İştar’ın Gılgamış adındaki bir kahramana aşık olduğu ve Gılgamış’ın onun tekliflerini geri çevirdiği bize anlatılır:
“Gılgamış, tacını giydi. Görkemli Tanrıça İştar, Gılgamış’ın ilgisini (çekmek amacıyla ona) şunları söyledi: ‘Öp beni,  Gılgamış; benim güveyim ol. Armağan olarak bana meyveni ver. Ben senin karın, sen de benim kocam ol! Sana lacivert taşı ve altından bir savaş arabası donatacağım. Tekerlekleri altından, iki dingili de elmastan olacak. Her gün kocaman katırlara boyunduruk takacaksın. Sedir ağacı kokan evimize gir” 50
Ancak Gılgamış onu karılığa kabul etmeyi reddetmiş ve sonları kötü biten çok sayıdaki eski kocalarının bazısından söz ederek onunla alay etmiştir. Hikaye şöyle devam ediyor:
 “Tanrıça İştar, öfkelenip göklere çıktı. Tanrıça İştar, Anu’nun önüne (geldi)”. Anu cennetti ve en eski Babil mitolojisinde cennet tanrısıydı. İştar onun kızıydı. Muhammedi efsanedeki gibi burada da, onun göğe çıktığından söz edildiğini görüyoruz. Babil efsanesinde Gılgamış’ı baştan çıkarmaya çalıştığı gibi, ikinci söz edilen efsanede de melekleri günaha teşvik etmiştir.
Kuran’da ve Hadislerde anlatılana oldukça benzeyen bir hikayeye Sanskrit edebiyatında da rastlıyoruz. Bu, Mahabha-rata’daki Sunda ve Upasunda 51  hikayesidir. Burada bize, bir zamanlar Sunda ve Upasunda adlı iki kardeşin dünyanın zevklerinden çok uzak yaşadıkları, çok şeyi hak ettikleri anlatılmaktadır –aslında sonunda hem dünyanın hem de cennettin egemenliğini alacak kadar çok. Tanrı Brahma böyle giderse bütün egemenliğini kaybedeceğinden korkmaya başladı. Bunu önlemek için bu iki rakibini yok etmeye karar verdi. İzlediği yöntem, Müslümanların Huri, antik dönemdeki Hindu-ların ise Aprasas adını verdikleri cennetin bakirelerden birini göndererek onları ayartmaktı. Bunun üzerine Tilottama adlı çok güzel bir Aprasas yarattı. Armağan olarak kardeşlere gönderdi. Onu görünce Sunda kızın sağ elinu, Upasunda ise sol elini tuttu. Her biri onu karılığa almak istedi. Kıskançlık, kardeşlerin yüreklerine nefret ve düşmanlık girmesine yol açtı. Sonunda birbirlerini öldürdüler. Sonra Tilottama, Brahma’ya döndü. Kendisini bu iki rakibinden kurtardığı için çok sevinen Brahma onu kutsayarak şöyle dedi: ‘Üzerine güneşin ışınlarının yansı­dığı, dünyanın gittiğin her yerinde, süsünün parlaklığı ve güzelliğinin ihtişamından ötürü kimse sana bakamayacak.’”
Bu hikayede perinin gökyüzüne çıktığından söz edildiğini görüyoruz. Ancak Hindu hikayesi, Babil’inkine benziyor ve Muhammedilerinkinden farklıdır. Apsaraslar yeryüzünü sık sık ziyaret etseler de, gökyüzünde oturdukları için, kızın göksel yerlerle ilgisi olduğu başta anlatılmaktadır. İştar ise tanrıçaydı. Hindu efsanesindeki iki erkek kardeş, sonunda göğün üzerinde otorite elde etse de, önce yeryüzündeydi. Burada, Yahudilerin ve Muhammedilerin efsanelerindeki gökten inen meleklerden biraz farklıdırlar. Ama bu konuda da fark önemsizdir, çünkü Hindu mitinde iki erkek kardeşin Marutların yani fırtına tanrılarının annesi olan tanrıça Diti’nin soyundan geldiği açıklanmaktadır. Bu çeşitli efsanelerin arasındaki benzerlik çok dikkat çekicidir.
Yine de bütün bu farklı uluslarda geçerli olan hikayenin farklı biçimlerinin bir ve aynı kaynaktan geldiğini pek düşünemeyiz. Yahudiler hikayenin en azından bir bölümünü, özellikle de İştar ya da Ester’in adıyla birlikte diğer bazı ayrıntıları Babillilerden, almışlar, Babilliler ise kendilerinden daha eski bir ulus olan Akadlardan öğrenmişlerdi.  Putperest bir kaynaktan geldiği unutularak bu hikaye Talmud’a dahil edilmiş, Müslümanların Kuran’larıyla hadisleri de Yahudilerin otoritesine dayanarak onu almıştır.
Yahudilerin bu efsaneyi nasıl kabul ettiklerini daha çok incelersek, bunun yanıtı, Yaratılış’taki İbranice bir kelimenin anlamını yanlış anladıkları için bunu yaptıklarıdır. Yaradılış vi 1-4’de geçen Nefil sözcüğünün, nefal (düşmek) sözcüğünden türetildiği sanılmıştır. Yonatan ben Uzziel, Targum’unda, bunu “düşmüş melekler” olarak anlamış ve böyle anladığında da kuşkusuz, sözcüğün o dönemde geçerli olan etimolojisini benimsemiştir. Etimolojiyi açıklamak için, hikayenin bir kısmı kurgulanmış, bir kısmı da (gördüğümüz gibi) bilgisiz Yahudiler tarafından Babil mitolojisinden alınmıştır. Bu, daha önce işaret ettiğimiz gibi, Ur’un yanlış etimolojisinin İbrahim’in "Kildanilerin ateş yanan ocağından" kurtulması hikayesini ortaya çıkarması gibidir. Yonatan, Yaradılış vi 4’ü yorumlarken, Nefil’i, “Şemhazai ve Uzziel: Gökten düştüler ve o günlerde dünyadaydılar” diye açıklamaktadır. Daha önce alıntı yaptığımız Midraş Yalkut’daki efsane de bu hatadan doğmuştur.
Yine de, Nefil’in “düşmek” anlamına gelen yüklemden türetildiği varsayımını kabul etsek bile, adın kökenini böyle açıklamak gerekmiyordu. Onkelos, Targum’unda daha bilgece davranmaktadır. Çaresizlerin üzerine şiddetle düşen ve onları ezen bazı adamlar olduğu için, Nefillere böyle bir ad verildiğini anlamıştır. Bu Targum’da bu kelime, “şiddet yanlısı adamlar” yani “eziyet edenler” anlamında tercüme edilmiştir.
52  Daha yakın zamanlarda ise diğerleri kelimenin “düşmek” anlamına gelen nefal’in türevi olduğunu kabul etmeyerek onu, Arapça “soylu”, ayrıca da “okçulukta usta” anlamına gelen nebil (*Arabic*) ile bağdaştırmayı tercih etmişlerdir. Ancak Yaratılış’ın ilk bölümlerindeki birçok özel ad gibi, bu kelimenin de Sami dillerindeki herhangi bir kökle ilgisinin olmadığı, kaynağının Sümerlerden geldiği kanıtlanabilir.
Daha da bilgisiz Yahudiler harikaları sevdikleri için, düşmüş meleklerin günahı hikayesi giderek daha da tuhaf ve olağanüstü bir hale gelmişti. Önce sadece iki meleğin düştüğünden söz ediliyordu ve bu yalnızca İştar’ın Gılgamış’ı ayarttığı Babil hikayesinin abartılmış biçimiydi. Ama daha sonra Yahudilerin rağbet ettiği hikayelerde sayıları giderek arttı. Sonunda Apokrif Hanok kitabında cennetten düşen meleklerin sayısının 200’ü bulduğu ve bunların hepsinin kadınlarla günah işledikleri için düştükleri söylenmektedir. Bu kitaptan yapılan aşağıdaki alıntı, efsaneyi, daha önce yaptığımız alıntılardan çok daha eksiksiz anlattığı için önemlidir. Ayrıca burada, Midraş Yalkut’daki Yahudi efsanesinin sonucuyla ve daha sonra göz önünde tutacağımız Kuran’daki bir yazıyla uyumlu bir ifade vardır. “O günlerde insan çocukları her nerede çoğalsa, hoş ve güzel kızları oldu.  Cennetin oğulları melekler onları gördü, onları arzu etti ve birbirlerine, ‘Gelin, kendimize insanlardan eş seçelim, bizim de çocuklarımız olsun’ dediler. Başları Semiazas onlara, ‘Korkarım bu işi yapmayı kabul etmeyeceksiniz ve büyük bir günahın tek suçlusu ben olacağım’ dedi. Hep bir ağızdan ona şöyle dediler: ‘Ant içelim. Bu işi sonuna erdirinceye kadar, bu niyetimizden vazgeçersek, lanet altında hepimiz birbirimize bağlanalım.’ Hep birlikte ant içtiler ve böylece lanet altında birbirlerine bağlandılar.” İsyancı meleklerin başkanlarının adlarını verdikten sonra hikaye şöyle devam ediyor: “Kendilerine eşler aldılar: Onların her birini kendilerine eş olarak seçtiler… Karılarına zehri, büyüyü ve kök toplamayı öğrettiler. Onlara otları gösterdiler… Azail insanlara kılıç, silah, kalkan, göğüslük yapmayı, meleklerin öğrettiklerini öğretti.  Onlara madenleri, madenleri işlemeyi, bilezikleri, süsleri, boyaları, göz banyosunu, her tür değerli taşı ve boyayı gösterdi.” 53 Kadın süslerinin kökenini anlatan bu hikaye Midraş’da gördüğümüzle aynıdır (yk. bk. s 98). Bu, bizim Kuran’da yer alan aşağıdaki yazının ne anlama geldiğini anlamamızı ve kaynağını görmemizi sağlamaktadır. Bu yazıda Muhammet, Harut ile Marut’tan söz ederken, insanların, erkeği karısından ayırmayı onlardan “öğrendiklerini” 54 söylemektedir. Ve “Oysa Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler, onlar kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler” diye eklemektedir.
Bu meleklerin adlarında, Ermeni ve belki de Pers izleri algılasak bile, Harut ile Marut hikayesinin, en azından bütün önemli özelliklerinin bir Yahudi kaynağından alındığına dair daha fazla kanıt ortaya koymak pek gerekmiyor. Yahudilerin, efsaneyi Babillilerden aldıklarını ve büyük ölçüde, Yaratılış’taki İbranice bir kelimenin anlamını yanlış anladıkları için onu kabul ettiklerini gördük.
Muhammet, bazı Hıristiyanların, Yaradılış vi 1-4’ü, geçmişte olduğu gibi bugün de aynı şekilde anlayan Yahudiler gibi anladıklarında ısrar etmiş olabilir ve bu görüş olasılıkla doğrudur. Ancak bütün bunlar kabul edilse bile, Muhammet’in bu hikayeyi yanlışlarla dolu bir kaynaktan aldığı bellidir. Kuran’da ve hadislerde anlatıldığı şekliyle bu, olasılıkla doğru bir kaynak olamaz.
5.Diğer Örnekler
Kuran’ın Yahudi efsanelerinden aldığı başka her noktadan bütün ayrıntılarıyla söz edemiyoruz. Örneğin; Kuran’da Yusuf, Davud ve Saul (Talut) konusunda anlatılanların incelenmesi, Kutsal Kitap’ta bize bu kişiler hakkında anlatılanlardan ne kadar farklı olduğunu gösterecektir. Her örnekte değilse de, çoğunda, Kutsal Kitap’taki anlatımdan sapılmasının nedeni, Muhammet’in, bu adamların kutsal metinde anlatılan gerçek tarihçeleri yerine, döneminde revaçta olan Yahudi efsanelerinin peşine düşmesidir. Efsaneleri ara sıra yanlış anlamış ya da hayal gücüyle ve başka kaynaklarla genişletmiştir. Ama daha önce uzun uzadıya açıklanan efsaneler, diğer bütün benzerleri için birer örnek oluşturacaktır.
Şimdi, başka örnekleri ele alarak devam ediyoruz. Kuran’ın Yahudi efsanelerine ne kadar borçlu olduğu bu örneklerden bellidir.
Sure VII, Araf, 170’de şunları okuyoruz: “Bir zamanlar dağı İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandılar. ‘Size verdiğimi (Kitab’ı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın ki korunasınız’ dedik.” Celaleyn ve diğer İslam yorumcuları bu ayeti açıklarken, Allah’ın, dağı (Sina) yerinden kaldırarak İsrailoğullarının tepesinde tuttuğunu, Musa’nın Yasasındaki emirlere uymazlarsa onları, dağı üzerlerine bırakarak ezmekle tehdit ettiğini belirtiyorlar. Daha önce İsrailoğulları inatçılıkları yüzünden itaat etmeyi kabul etmiyorlardı. Ama bu tehdidi duyunca yasayı kabul ettiler. Sonra Allah, yukarıda alıntı yaptığımız ayetteki konuşmasının geriye kalan bölümüne devam etti. Sure II, Bakara 60, 87’de de aynı efsaneden söz edilmektedir.
Bunun kaynağı Yahudilerin Avodah Zarah (böl. ii. § 2) adlı risalesidir. Burada, bunun üzerine  (Tanrı’nın İsrailoğullarına şöyle dediği) bize anlatılmaktadır: “Bir kapak gibi dağı üzerinize kapadım.” Sabbat’ta da (fol. 88, 1) şunları okuyoruz: “Bu sözler bize, O’na yücelik olsun, Kutsal Olan’ın, dağı bir çanak gibi onların üzerinde ters çevirdiğini ve onlara, ‘Yasayı kabul ederseniz, pekala; ama etmezseniz burası size mezar olacak’ dediğini öğretmektedir.”
Pentatük’te böyle bir efsanenin olmadığını söylemek belki de pek gerekmiyor. Bunun kaynağı, Kutsal Kitap’taki sözleri yanlış anlayan bir Yahudi yorumcunun yaptığı hatadır. Çıkış xxxvii, 19’da bize, Musa’nın, elinde iki taş levhayla dağdan indiğinde, İsrailoğullarının kendi yaptıkları bir altın buzağıya taptıklarını gördüğü anlatılmaktadır. Bu utanç verici sahneye öfkelenerek levhaları fırlatmış ve onları dağın eteğinde parçalamıştır. Bölüm xix 17’de ise bize, Tanrı Musa’ya yasayı verirken halkın “dağın altında (ya da eteğinde) durduğu söylenmektedir.” Bu iki ifade de “dağın altında” demektir. Ama daha sonra harikaları seven saf Yahudiler bu ifadeyi yanlış anlamayı tercih etmişler ve “dağın altında” sözlerini açıklamak için dağın havaya kaldırıldığına dair bir efsane uydurmuşlardır. Bununla beraber, dağın insanların başları üzerinde tutulduğu efsanesi, Sanskrit Sastras’da anlatılan bir Hindu efsanesine hayret uyandıracak kadar benzemektedir. Doğduğu kent olan Gokula’daki halkı şiddetli bir yağmur fırtınasından korumak isteyen Krişna’nın, bütün dağların en büyüğü olduğu söylenen Govardhana adındaki dağı, kayalık tabanından söküp havaya kaldırdığı ve yedi gün, yedi gece onu, şemsiye gibi parmaklarının ucunda tuttuğu anlatılmaktadır! Yahudilerin bu hikayeyi Hindulardan aldıklarını düşünemiyoruz. Ancak Kuran’da anlatılan bu efsaneyi Muhammet’in Yahudi kaynaklarından aldığı bellidir. Ne var ki, İbranice “dağın altında” ifadesinin, kelimesi kelimesine 55 ve tuhaf şekilde anlaşılması hikayenin böyle kabul edilmesine ya da kurgulanmasına yol açmıştır.
Ama İsrailoğulların çölde geçirdikleri süre içerisinde yaşadıkları konusunda Kuran’da anlatılan tek olağanüstü öykü bu değildir. Musa’nın yokluğunda, tapmak için yaptıkları buzağıyla ilgili bize anlatılanlar da daha az ilginç değildir. Sure XX, Taha’da 56, Musa dönüp de onları bu yüzden azarladığında, ona şöyle demişlerdir: “Biz, o kavmin (Mısır’lıların) ziynet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Samiri de atmıştı. Bu adam, onlar için böğürebilen bir buzağı icat etti.” Celaleyn’in açıklamasında, buzağının böğürme yeteneğinin olduğu söylenir, çünkü aynı surenin 96’ncı ayetine göre, Melek Cebrail’in atının toynak izlerinden kalan bir avuç toprak ona yaşam vermişti. “Samiri” bu toprağı alıp buzağının ağzına sokmuştu.
Bu efsane de, Yahudilerden çıkmıştır. Haham Eli'ezer Risalesi § 45’den çevirdiğimiz aşağıdaki parçada bu açıkça bellidir. “Bu buzağı ortaya çıktığında böğürüyordu ve İsrailoğulları bunu gördüler. Haham Yehuda, onun içinde Sammail’in saklandığını ve İsrailoğullarını kandırmak için böğürdüğünü söyler.” Buzağının böğürebildiği düşüncesi, altından yapılmış olmasına rağmen (Çıkış xxxii 4) canlı olduğu, çünkü ateşten “ortaya çıktığı” (24. a.) varsayımından kaynaklanmalıdır. Bir mecaz anlatım kullanılmasının, kelimesi kelimesine alındığında, bunu açıklayacak bir mitin doğmasına yol açtığını yine burada da görüyoruz. Muhammedi yorumcu, Kuran’daki “böğürebilen bir buzağı” sözlerini, onun “canlı” olduğu şeklinde yorumlarken sadece bir adım daha ileri gitmiştir. Bu hayvanın nasıl böğürebildiğini açıklamak için bunu yapmaktadır. Muhammet bu Yahudi efsanesinin büyük bir bölümünü doğru anlamıştır ama Sammail kelimesi kafasını karıştırmış gibi görünmektedir. Bunun, Ölüm Meleğinin Yahudi dilindeki adı olduğunu anlamamış, belki de telaffuzu onu yanlış yola sevk etmiş, bu kelimeyi “Samiriyeli” anlamına gelen “Samiri” şeklinde yanlış anlamıştır. Yahudilerin Samiriyelilerin düşmanı olduğunu bildiği için tabii ki, bu hatayı yapmış ve buzağının yapılmasını Samiriyelilerden birine mal ettiklerini düşünmüştür. Daha sonra Samiriye denen bölgede kral olan Yarovam’ın, yaptığı ve Dan ve Beytel’e yerleştirdiği buzağılara tapmaya halkı yönlendirerek (1Kr. Xii.28, 29), “İsraillilere günah işlettiğini” duymuş olduğunu hayal meyal hatırlaması, onun bu inancını kuşkusuz pekiştirmiştir. Ama Musa’nın ölümünden yüzlerce yıl sonrasına kadar Samiriye kenti inşa edilmediği ya da en azından bu ad verilmediği için, buradaki tarih sürçmesi gülünçtür. Daha da dehşet veren tarih sürçmelerinin sık sık karşımıza çıktığı Kuran’dan başka bir kitapta bu, şaşırtıcı olurdu.
Başka birçok örnekte olduğu gibi, Muhammet’in Kutsal Kitap’ı bilmemesi, bunun yerine Yahudi efsanelerine aşina olması dikkat çekicidir. Kutsal Kitap’ta altın buzağıyı Harun’un yaptığını ve burada Sammail ya da “Samiriyeli” ile ilgili hiçbir şey okumadığımızı belirtmek gereksizdir.
Yine Sure II, Bakara 52, 53’de İsrailoğullarının, “Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız!” dedikleri ve Allah’ın varlığının tezahürüne bakarlarken, çarpan yıldırımın onları öldürdüğü; ama Allah’ın, ölümden sonra onları dirilttiği bize anlatılıyor. Bu efsane de Yahudilerden alınmıştır, çünkü Sanhedrin risalesi § 5’de onların (gökgürültüsündeki) İlahi sesi duyduklarında öldükleri ama Yasa’nın onlar için aracılık ederek onları yaşama döndürdüğü bize anlatılıyor. Şayet böyle bir efsanenin dayanağını aramak gerekiyorsa, belki bu dayanak, İbranilerin Çıkış xx 19’daki “Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz” sözleri olabilir ((krş. Yas. 5:25).
Bütün Müslümanlar Kuran’ın, dünyanın yaratılışından önce, “Levh-i Mahfuz” üzerine yazılmış olduğuna inanırlar. Onların bu inançları, Sure LXXXV, Burüc, 21, 22’de söylenenler uyarıncadır: “Hayır o, şanı yüce bir Kuran’dır. O, korunmuş bir levha’dadır.” Ancak sure XXI., Enbiya 105’de, Allah’ın, “Zebur’da da: ‘Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır’ diye yazmıştık” dediği anlatılsa bile, Zebur’un da aynı antik döneme ait olduğuna inanmamaları yeterince tuhaftır. Buradaki, “ülkeyi miras alacaklar” ifadesiyle Mez. xxxvii, 11, 29’a gönderme yapılıyor. Bu, Kuran’da fiilen alıntı yapılan tek Eski Antlaşma metnidir. Ancak Kuran’da Yasanın, Mezmurların ve İncil’in saygıyla anıldığı 131 kadar paragraf vardır. Bunların Allah tarafından peygamberlerine ve elçilerine “indirildiği” sık sık iddia edilmektedir. Bir kitaptan, yazılıncaya kadar alıntı yapılamayacağı ve otorite diye söz edilemeyeceği ve bu nedenle, Kutsal Kitap’taki kitapların Kuran’dan önce var olması gerektiği birçok kişi için gün gibi açıktır. Kuşkusuz, durumun böyle olduğunu tarihten biliyoruz. Ama Müslümanlarda bu tarz bir düşüncenin hiç ağırlık kazanmadığını görüyoruz. Onlar, Muhammet döneminden çağlarca önce Kuran’ın Levh-i Mahfuz üzerine yazıldığı iddiasına hala sarılırlar. Kabul ettikleri hadislerin bu cümleyi açıklarken bize neler anlattığını incelemeye devam edeceğiz ve bu anlatımlardaki yanıtın, Kısasü’l-Enbiya’da (s. 3, 4) verildiği gibi olduğunu göreceğiz. Bu kitapta Allah’ın her şeyi yarattığı anlatılırken şöyle deniyor: “Allah, tahtın altında (ya da göğün en yüce katında) bir İnci ve bu inciden de Levh-i Mahfuz’u yarattı: Yüksekliği 700 yıl, genişliği ise 300 yıl süren bir yolculuktu. Yüceler yücesinin kudreti onun etrafını yakutlarla bezedi. Sonra Kalem’e şu emir geldi: ‘Diriliş gününe kadar sürecek olan yarattıklarım konusundaki bilgimi yaz.’ Bunlar önce Levh-i Mahfuz’a yazıldı: ‘Merhametli ve Lutüfkâr Allah’ın adıyla. Ben Allah’ım. Benden başka Allah yoktur. Benim kararıma boyun eğen, kendisine vereceğim rahatsızlıklara sabır gösteren lütuflarıma şükran duyan kişiyi (adını) yazdım ve sadıklarla beraber onu dirilttim; ve kim benim kararımdan memnun olmaz, kendisine vereceğim rahatsızlığa sabır göstermez ve lütuflarıma şükran duymazsa benden başka bir Rab arasın ve göğün altından gitsin. 57 Bunun üzerine Kalem, bir ağaç yaprağının düşme ya da yükselme hareketine varıncaya kadar, Yüceler Yücesinin, diriliş gününe kadar sürmesini istediği yaratılış konusundaki bütün bilgisini yazdı, bütün bunları Yüceler Yücesinin gücüyle yazdı.”
Levh-i Mahfuz fikri, Yahudilerden alınmıştır. Yasa’nın Tekrarı kitabında (x 1-5) Tanrı’nın emriyle Musa’nın, parçaladığı levhalarla aynı olan iki levha yonttuğu,  Tanrı’nın bunların üzerine On Emri yazdığı ve Musa’ya bunları akasya ağacından bir sandıkta saklamasını emrettiği anlatılmaktadır. Burada levha için kullanılan kelime, Arapça kelime ile aynıdır. 1. Krallar viii 9’da, bu iki levhanın, Musa’nın Tanrı’nın emri uyarınca yaptığı Antlaşma Sandığı’nda korunduğunu öğreniyoruz. Tanrı’nın emriyle ve gücüyle yazılan ve Yahudilerin, sonra da Muhammedilerin kabul ettikleri Levh-i Mahfuz anlatımı budur. Yukarıda çevirdiğimiz Sure LXXXV, 21, 22’deki anlatımdan, Muhammet’in bir değil, en azından iki “Levh-i Mahfuz” bulunduğunu düşündüğü anlaşılıyor, çünkü günümüzdeki Muhammedilerin de anladıkları üzere, Arapçası, “korunan levha” değil, “korunan bir levhadır”. Bu durumda burada, Musa’nın hazırlayıp Antlaşma sandığında koruduğu iki taş levhadan söz ediliyor olmalıdır. Bunlar Tanrı’nın, halkıyla birlikte olduğunu simgeleyen Tapınma Çadırında korunduğu için, bunların Tanrı’nın huzurunda korunduğunu söylemek doğaldı. Levh-i Mahfuz’un göklerde korunduğu düşüncesi buradan çıkıyordu ve bu inançtan, Levh-i Mahfuz’un çok eski bir tarihe ait olduğu sonucuna varmak güç değildi.
Ama neden Muhammet Kuran’ın “korunan bir levhaya” yazıldığını iddia ediyor? Bu soruyu cevap vermek için, yine Yahudilere başvurmamız ve Antlaşma Sandığı’nda korunan iki levhanın üzerinde, Yahudilerin, Muhammet döneminde ve öncesinde ne yazıldığını düşündüklerini öğrenmemiz gerekiyor. Yasa’nın Tekrarı’nda bu levhalarda sadece On Emrin yazdığı açıkça belirtilse de, bir süre sonra, bütün Eski Antlaşma kitaplarının ve Talmud’un tamamının da bu levhalara yazıldığı ya da en azından bu levhalarla birlikte verildiği inancı ortaya çıkmıştı. Muhammet, Yahudilerin Kutsal Kitaplarıyla ilgili iddialarını duyduğunda, kendi vahyinin de Levh-i Mahfuzlardan birinin üzerine yazıldığını iddia etmesi onun için doğaldı. Aksi takdirde vahyinin, Eski Antlaşma’nın yetkisiyle aynı yetkiye sahip olduğunu iddia etmesinin zor olacağını düşünüyordu. “Korunan bir levha” kelimesinin ne demek olduğunu anlamayan Müslümanlar, yukarıda değindiğimiz bütün bu olağanüstü hikayeyi zaman içinde kurgulamışlardır.
Yahudilerin, levhaların içerikleri konusunda ne düşündüklerini öğrenmek için Berakot risalesine (sat. 5, sü. 1) başvurmamız gerekiyor. Burada şunları okuyoruz: “Haham Simeon ben Lakiş ‘Halkın öğrenmesi için üzerine yasalarla buyrukları yazdığım taş levhaları sana vereceğim’ (Çıkış xxiv. 12) ‘dendiğinde neler yazılmıştır?’ dedi. Levhalar –bunlar, On Emir; okunan Yasa; Emirler yani Mişna’dır: bunları ben yazdım ve şunlar da Peygamberler ve Ayografyalardır: sen bunları öğreteceksin, bu, Gemara demektir. Ve bu, bütün bunların Musa’ya Sina’da verildiğini öğretmektedir.’”
Bugün bilgi sahibi her Yahudi yukarıda alıntı yapılan ayetin bu saçma açıklamasını reddetmemiz gerektiğini kabul eder,  çünkü Mişna’nın, Hıristiyanlık çağında 220 yılı civarında, Yeruşalim Gemera’sının 430 yılı civarında, Babil Gemera’sının ise M.S 530 yılı civarında derlendiğini bilir. Ama bunu bilmeyen Müslümanlar, bu iddiaları ses çıkarmadan kabul etmiş ve bunları Kuran’da kullanmış gibidirler.
Kuran’ın, üzerine yazıldığının söylendiği Levh-i Mahfuz efsanesinin bir Yahudi kaynağından alındığına dair kanıtları tamamlamak için, geriye sadece, Avot Risalesi, böl. v., § 6’da, başka dokuz şeyin yanı sıra iki Yasa tabletinin de dünyanın yaratılışı sırasında, ilk Şabat başlamadan önce günbatımında yaratıldığının söylendiğini belirtmek kalıyor.
Muhammedi hikayede efsanevi Kaf dağının önemli bir rol oynadığı iyi biliniyor. Bu harfle başlayan Sure L’ye Kaf suresi denir. Adını söz konusu dağdan aldığı tahmin edilmektedir. Yorumcu Abbasi, bu açıklamayı kabul eder ve bunu desteklemek için, İbn-i Abbas’ın kuşaktan kuşağa aktardığı hadisten alıntı yapar. İbn-i Abbas, “Kaf, yeryüzünü çevreleyen yeşil bir dağdır ve gökyüzü yeşil rengi oradan alır: Allah, onun üzerine yemin eder” demektedir. 58. Araisü'l Mecalis 59’de şu sözlerle daha tam bir açıklama vardır: “Yüceler Yücesi Allah yeşil zümrütten bir dağ yarattı. Gökyüzünün yeşil olması bu dağ nedeniyledir. Ona Kaf dağı denir ve her yeri” (bütün dünyayı) “sarar. Allah onun üzerine yemin eder, çünkü ‘Kaf 60, Şerefli Kuran’a andolsun’ demiştir.” Kısasü’l Enbiya’da, bir gün ‘Abdullah İbn-i Selam’ın, Muhammet’e yeryüzündeki en yüksek dağ zirvesinin hangisi olduğunu sorduğu anlatılmaktadır. Muhammet, “Kaf Dağı” demiştir. Ayrıca bu dağın neden yapıldığını sorusuna cevap olarak da Muhammet, “Yeşil zümrütten ve gökyüzünün yeşil olmasının nedeni budur” demiştir.” Soruyu soran,  “Allah’ın Peygamber’inin” bu konuda doğru söylediğine inandığını ifade ederek, “Kaf dağının yüksekliği ne kadar?” diye sormuştur.  Muhammet, “Yüksekliği 500 yıllık bir yolculuğa tekabül eder” cevabını vermiştir. Abdullah, “Çevresi ne kadar?” diye sormuştur. “2000 yıllık bir yolculuk.” Burada Müslüman efsanelerinde çok geçen bu olağanüstü sıradağlar konusunda anlatılan başka ayrıntılara girmemiz gerekmiyor.
Böyle sıradağların var oluş efsanelerinin kökenini araştırırsak, bunun yanıtı Hagiga xi. § 1’de verilmektedir. Burada, İbranice ender kullanılan bir kelime olan, Yaradılış i: 2’deki “Tohu”nun açıklaması şöyle yapılmaktadır: “Tohu, bütün dünyayı çepçevre saran bir yeşil çizgidir ve karanlık buradan başlar.” Burada çizgi olarak ifade ettiğimiz İbranice sözcük Kav’tır. Muhammet ve müritleri bu İbranice Kav kelimesini duyduklarında, bunun “çizgi” demek olduğunu bilmedikleri için, bütün yeryüzünü çevrelediği ve karanlığın meydana geldiği söylenen bu şeyin, kuşkusuz Kaf ya da Kav adında bir sıradağ olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Coğrafyacıların, Muhammedi hadiste anlatılan sıradağları 61  -şimdiye kadar- bulamadan, bütün dünyayı keşfetmiş olduklarını söylemek pek gerekmemektedir!
Başka birçok görüşten birkaçını daha belirtmeliyiz. Bunlar, Kuran’a ve hadislere girdiği görülen, Yahudilerden geldiği açıkça belli olan görüşlerdir.
Sure XVII, İsra, 46’da 62  yedi gökten, Sure XV, Hicr, 44’de, cehennemin yedi kapısından söz edilmektedir. Bunların ikisi de Yahudi geleneğinden alınmadır. Birincisi Hagiga, bölüm ix § 2’de, ikincisi ise Zohar, bölüm ii. s. 150’dedir. Hinduların yeryüzünün altında yedi katman ve yeryüzünün üzerinde de, deyim yerindeyse yedi kat bulunduğuna ve bunların hepsinin, Seşa adındaki bin başlı devasa yılanın başlarından birinin üzerinde durduğuna inanmaları dikkat çekicidir. Bu yedi gök, kuşkusuz güneşin yörüngeleriyle ay ve Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn gezegenleriyle özdeştir ya da özdeşti. Muhammet döneminde bunların yeryüzünün çevresinde dolaştığı tahmin ediliyordu. Muhammedi hadise göre yedi 63 katlı dünya bir boğanın boynuzları arasında durur. Boğanın 400 boynuzu vardır ve boynuzların birbirinden uzaklığı 500 yıllık bir yolculuk demektir. Boğanın, boynuzları gibi gözü, burnu, kulağı, ağzı ve dili de çok sayıdadır. Ayakları, suyun, kırk yıl sürebilen bir yolculuk kadar derinliğinde yüzen bir balığın üzerine basar. Başka bir otorite ise dünyanın öncelikle bir meleğin başı üzerinde durduğuna, meleğin ayaklarının da, boğanın desteklediği kocaman bir yakut kayasının üzerine bastığına inanmaktadır. Dünya ile boğa arasında bir bağlantı olduğu fikri olasılıkla Ari kökenlidir 64. Dünyanın yedi katlı olduğunu anlatan bu efsane,  olasılıkla dünyanın bu açıdan gökyüzüne benzediğini anlatma isteğinden doğmuştur. Ama Avesta’daki, dünyada yedi Karşvares’in ya da bugün “yedi iklim” denen yedi büyük bölgenin bulunduğuna dair Farsça ifadenin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmış da olabilir. Bu nedenle Yeşt, xix § 31’de Cemşit’in “dünyanın yedi bölgesine” egemen olduğu anlatılmaktadır. Bu da yine Hindu coğrafyasının dvipa’larına tekabul eder. Bunların, alt alta yer aldığını düşünmek yanlıştır. Yedi Karşvares’den ilki yüksek bir dağ platosuydu, diğerleri ise daha alçak seviyedeydi.
Allah’ın tahtından söz edilen Sure XI, Hud 9’da, yer ve gökler yaratılmadan önce 65, “Tahtının sular üzerinde”, havada durduğu söylenir.  Yahudi yorumcu Raşi, Yaradılış i, 2’yi yorumlarken, çok bilinen bir Yahudi geleneğini de ekleyerek şunu yazar: “Lutuf Tahtı havada duruyor ve sular üzerinde geziniyordu.”
Muhammedi yazarlar Sure XLIII, Zuhruf, 77’de adı geçen Melek Malik’in, cehenneme bakmakla görevlendirilen on dokuz meleğin (Sure LXXIV., 30) başı olduğunu anlatırlar. Yahudiler de bir “cehennem prensi” olduğunu sık sık yazarlar. Ancak Müslümanlar, Malik’in adını Molek’ten almışlardır. O,  Kutsal Kitap’ta, eski Kenanlıların taptıkları ve onuruna insanları canlı canlı yaktıkları anlatılan tanrılardan biriydi. Arapçada olduğu gibi, İbranicede de bu kelime geniş zaman ortacıdır ve “yönetici” demektir.
Sure VII, Araf, 44’te bize, cennet ile cehennem arasında, sureyle aynı adı taşıyan bir bölüm bulunduğu anlatılmaktadır. Aslında sure, içinde Araf’tan söz edildiği için bu adı almıştır. “İki taraf üzerinde bir perde ve Araf üzerinde de insanlar vardır.” Bu görüş, Vaiz vii, 14’ü açıklayan Midraş’tan alınmıştır. Burada, onlar (cennet ile cehennem) “birbirinden nasıl ayrılıyor?” diye sorulduğunda, Haham Yohanan’ın “bir duvarla”, Haham Aha’nın “bir alanla” dediği belirtiliyor. “Hahamlar,  ışığın bir yandan öte yana geçecek kadar ikisinin de birbirine yakın olduğunu söylüyorlar.” Bu görüş olasılıkla Avesta’dan alınmıştır. Burada cennetle cehennem arasındaki bu bölmeden Misvanogatus (Fargand XIX) adıyla söz edilmektedir. Burası, “günahlarının ve sevaplarının birbirini dengelediği işler yapanların canlarına ayrılan 66” yerdi. Pehlevi dilinde buna Misvat-gas denirdi. Zerdüştler, cennetle cehennem arasındaki alanın, ışık ve karanlık arasındaki alanla aynı olduğuna inanıyorlardı. Sevapları ve günahları eşit olanlara özel bir yer ayrıldığı görüşü başka dinlere de geçmiştir.
Şeytanı konu edinen Sure XV, Hicr, 18’de, şeytanla diğer düşmüş meleklerin, Allah’ın, göklerdeki meleklere verdiği emirleri “gizlice dinlemeye” çalıştıkları anlatılmaktadır. Aynı fikir, sure XXXVII, Saffat, 8’de ve Sure LXVII, Mülk, 5’te de tekrar edilmektedir. Bu inanç Yahudilerden gelmektedir, çünkü Hagiga, bölüm vi § 1’de, cinlerin, gelecekte neler olacağını öğrenmek için “bir perdenin arkasından” dinledikleri söylenir. Kuran’da, meleklerin, onları kaçırmak için üzerlerine akanyıldızlar attıkları anlatılır.
Yargı Günü’nden söz eden Sure L, Kaf, 29’da, Allah’ın şöyle dediği anlatılıyor: “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ deriz. O da ‘Daha var mı?’ der”. Bu, Haham Akiba'nın, Otiot’unun viii. bölüm, § 1’da okuduklarımızın yankısıdır: “Cehennem Prensi günbegün (yani her gün), ‘Bana yemek verin, doyayım’ diyor” Yahudilerin bu kitabında, bu iddianın doğruluğunu kanıtlamak için, Yeş. v, 14’e gönderme yapılmaktadır.
Sure XI, Hud, 42’de ve Sure XXIII, Mü’minun, 27’de de bize, Nuh’un zamanında “suların coşup yükselmeye başladığı” anlatılıyor. Kuşkusuz bu, Yahudilerin, “Tufan kuşağının, yükselen suyla cezalandırıldığı” görüşüne göndermedir (Roş Haşşana xvi., § 2, ve Sanhedrin cviii). Kuran’da, kafirlerin Nuh ile alay ettiklerine dair ifade bütünüyle, Sanhedrin risalesinin bu bölümünden ve diğer Yahudi yorumcularından alınmaktadır. Olasılıkla bunu bilmeyen Celaleyn, Sure XI, 42’yi yorumlarken, ekmek fırınının “coştuğunu” ve bunun, Tufan’ın yaklaştığına dair Nuh’a verilen bir işaret olduğunu söyler.
Yahudi geleneğinin, İslamiyet’in üzerindeki büyük etkisi konusunda daha fazla kanıt gerekiyorsa, şu dikkate değer olgu bunu sağlayacaktır: Müslümanlar Kuran’daki üslupla ve Arapçasının temizliğiyle, bir mucizenin ve kitabın İlahi kaynaktan geldiğinin kanıtı diye övünseler de, aslında Arapça olmayan ama Aramiceden ya da İbraniceden alınan bazı kelimeler vardır. Şunlar sayılabilir:
(*Arabic*)
(*Arabic*) Bunlar, üç dilde de ortak olan köklerden türetilmiştir ama Arapça dilbilgisi kurallarına göre oluşturulmamıştır. Ancak bu kelimeler İbranicede ve Aramicede sık sık karşımıza çıkar ve aslında bu dillere mensuptur. (*Arabic*), “Firdevs” kelimesi geç dönemdeki İbraniceden alınmıştır ama eski Farsçadan gelmektedir. Bu dile ve Sanskritçeye mensuptur. (*Arabic*)  kelimesi Grekçeye ne kadar yabancıysa o da o kadar Arapçaya yabancıdır. Muhammedi yorumculara, bu kelimelerin anlamının tam karşılığını bulmak çoğunlukla imkansız gelmektedir, çünkü Muhammet’in bunları aldığı dilleri bilmezler. Bunların ne anlama geldiğini öğrendiğimizde, anlamın metne tam oturduğunu görürüz. Örneğin; (*Arabic*)(melekut) kelimesinin, meleklerin doğası ya da yaşadıkları yer demek olduğunu düşünmek genelde yapılan bir hatadır, çünkü bu kelime, (*Arabic*) “melek”ten türetilmemiştir, İbranice (*Arabic*)(melkut), “krallık” kelimesinin Arapça yazılışıdır.
Yahudilerin ibadet tarzlarının Muhammediler üzerindeki etkisi hiç de önemsiz değildir. Muhammedilerin başlarını kapayarak ibadet etme, (şayet kadınların cemaatle birlikte ibadet etmelerine izin verilirse) camide kadınlarla erkekleri ayırma ve ayakkabıları çıkarma adetlerini Yahudilerden aldıklarını düşünmek kuşkusuz hata olur. Olasılıkla bunların hepsi, çok eskiden beri Sami uluslar kadar Arapların da adetleriydi. Müslümanların abdest törenlerinde de Yahudileri taklit etmeleri büyük bir olasılıktır ama burada kuşku payı vardır. Gördüğümüz gibi, Muhammediler bir süre Yeruşalim’e dönerek ibadet etmeyi benimsemişler ama sonunda onun yerini Kıble olarak Mekke almıştır. Bir ayın oruç ayı olarak kutlanmasının ise Yahudilerden değil, Sabiilerden alındığını öğrenmiştik 67. Ancak bu oruçla ilgili bir kural emredilmiştir ki, kuşkusuz bu, Yahudilerden alınmıştır. Sure II, Bakara, 183’de, bu ay boyunca geceleri doyasıya yemekle ilgili bir emir verilmektedir. Kuran şöyle der: “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” Burada ipliklerin renginden söz edilmesi, Müslümanlara, güneşin doğuşundan hava kararıncaya kadar oruç tutmalarının emredilmesi demektir. Günün tam olarak ne zaman başladığı sorulduğunda, ayetteki gibi bir kural koymak gerekmişti. Bu kural, Yahudilerin aynı konudaki kuralından alınmıştır. Mişna Berakot’ta (i., § 2), günün “siyah ipliğin beyaz iplikten ayırt edilebildiği” an başladığı söylenmektedir.
Bulundukları her ülkede Müslümanlara, belirlenen beş vakit dua saati geldiğinde, o an ister evde, ister camide, isterse sokakta olsunlar, her neredelerse belirlenen duaları etmeleri emredilmektedir.  Birçoğu bunu, özellikle halka açık yerlerde yapar. Günümüzde bunun onlara özgü olduğu görülmektedir. Ne var ki,  bunun nereden geldiğini sorgularsak, yine Yahudilere bakmalıyız. Muhammet’in döneminde Arabistan’da yaşayan Yahudiler ruhaniydiler ve İncillerde geleneklerine aşırı saygı göstererek Tanrı’nın sözünü batıl ettikleri anlatılan Ferisilerin, bir bakıma gerçek soydaşlarıydılar 68. Rabbimizin zamanında bu Ferisiler, dindarlıklarıyla insanlardan tam not almak amacıyla, “havralarda ve caddelerin köşe başlarında dikilip dua etmeyi” 69 sevdikleri için azar işitmişlerdi. Eski Ferisilerle bugünün Müslümanlarının bu yaptıkları arasındaki benzerlik o kadar dikkat çekicidir ki, Hıristiyanlık karşıtı olan bazı Müslümanlar, bunun,  İncillerin metninin değiştirildiğinin kanıtı olduğunu iddia etmektedirler. Onların iddiasına göre, yukarıda söz edilen ayetler, Muhammet’in ibadet yöntemlerini o kadar birebir anlatmaktadır ki, bunlar Müslümanların dindarlığını görerek onları suçlamak isteyen bazı Hıristiyanlar tarafından yazılmış olmalıdır! Muhammet ve ona inananların bu konuda Yahudileri örnek almaları tuhaf değildi. Yahudilerin İbrahim’in soyundan geldiklerini ve “ehl-i kitap” olduklarını biliyorlardı. Bu nedenle, yaptıkları üzere, gözle görülen ibadet tarzını aşırı önemseyerek, Yahudilerin ibadet tarzının doğru olması gerektiğini düşünmeleri tuhaf değildi. Kuşkusuz Muhammet, müritlerine, nasıl ibadet edileceğini Cebrail’in öğrettiğini söylemişti ve bugün de müritleri her secde ettiklerinde onu taklit etmektedirler.
Yahudilerin, İslamiyet’i açıkça etkilemiş olan çok sayıdaki uygulamalarından sadece birinden söz edeceğiz. Sure IV, Nisa 3’te, Muhammet, gelecekte, evlenilecek kadın sayısını sınırlayan bir kural koymuştur. Ona inananların her biri, en çok dört kadınla evlenebilecekti. Yorumcular ona inananların birçoğunun daha önceleri daha çok sayıda meşru karısı olduğunu söylemektedirler. Sure XXXIII, Ahzab, 49’a göre, bu kural Muhammet için geçerli değildi, çünkü ona istediği kadar kadınla evlenme ayrıcalığı verilmişti. Sınırlama getiren kuralda şöyle denmektedir: “Eğer yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın.” Bugüne kadar yorumcuların yaptıkları açıklama, bunun, Müslümanların aynı zaman içerisinde dörtten fazla kadınla evlenmesini yasakladığı şeklindedir. Ancak bu kadınlardan birini ya da hepsini boşamak ve izin verilen sayıyı tamamlamak için başka kadınlarla evlenme konusunda sınırsız özgürlüğe sahiptirler.
Muhammet’in bu kuralı aldığı kaynağı ve bir Muhammedi’nin aynı zaman içerisinde almasına izin verilen meşru eş sayısı olarak neden dördü seçtiğini araştırdığımızda, bunun yanıtını yine Yahudilerin konuyla ilgili düzenlemelerinde buluyoruz. Bunlardan birinde şöyle deniyor: “Bir erkek birçok kadınla evlenebilir, çünkü haham, adam, onlara bakabiliyorsa bunun yasal olduğunu söylemektedir. Ne var ki, bilgeler bir adamın dörtten fazla kadınla evlenmemesini söyleyerek iyi bir öğüt vermişlerdir.” 70
Muhammedilerin, buna ve daha sonraki bölümlerdeki iddiaya karşılık, Kuran’ı Muhammet’in değil, Allah’ın yazdığından başka verecek cevapları yoktur. Muhammet’in okuma yazma bilmediğini ve bu nedenle İbranice, Aramice ve büyük çoğunu doğrudan ya da dolaylı aldığını bildiğimiz diğer kitapları incelemesinin mümkün olmadığını söylerler. “Okuma yazması olmayan” birinin, büyük çoğu, onun ve şimdi bile birkaç araştırmacıdan başka kimsenin bilmediği dillerde yazılmış böyle bir edebiyat birikimine başvurabilmesinin imkansız olduğunu belirtirler.
Bu iddia iki varsayıma dayanmaktadır: Birincisi, Muhammet’in okuması yazması yoktu; ikincisi ise kendi döneminde Yahudilerin, Hıristiyanların, Zerdüştlerin ve diğerlerinin kabul ettikleri gelenekleri ve efsaneleri dinleyerek öğrenmişti. Bunların ikisinin de kanıtı yoktur. Bu iddialardan birincisini doğrulama girişimi olarak, Sure VII., Asaf, 156’da Muhammet için “en nebiyyü’l ümmi” denir. Müslümanlar bu sözleri “okuması yazması olmayan peygamber” diye tercüme ederler. Bununla birlikte, Haham Abraham Geiger, bu ayette “okuması yazması olmayan” diye çevrilen kelimenin, aslında, Yahudiliğin tam tersi bir anlama gelen, “öteki uluslar” demek olduğunu açıkça belirtmektedir.  Sure III İmran, 19 bunu doğrulamaktadır. Burada peygambere “ümmiyun’a ve ehl-i kitaba” konuşması emredilmektedir. Bu ayette Arapların geneline “öteki uluslar” dendiğini görüyoruz. Dahası, Sure XXIX, Ankebut, 27’de ve Sure XLV, Casiye, 15’de, peygamberlik görevinin İsmail’in değil, İshak ile Yakup’un ailesine verildiği açıkça belirtilmektedir. Dolayısıyla Muhammet kendisini “öteki ulusların peygamberi” olarak farklı kılmakta, diğerlerinden, genel anlamda İshak’ın soyundan ayrılmaktadır. Muhammet’in okuma yazma bilmediğine dair kesinlikle hiçbir kanıt yoktur. Ancak bazılarının düşündüğü gibi, Kuran’ın görkemli üslubunun, büyük bölümünü Muhammet’in yazdığını kanıtladığı ve çeşitli sureleri ezberlemeden ve yazıcılarına ezberden okumadan önce Muhammet’in ayrıntılara indiği sonucunu çıkarmamız gerekmiyor. Bu ikincisi, yazma yetisine sahip olunmadan da yapılabilirdi. 71
Ama tartışmanın hatırana, Muhammet’in okuma yazma sanatlarını bilmediğini kabul etsek bile, bu kabul ediş, Muhammet’in Yahudilerden ve başka kaynaklardan büyük ölçüde alıntı yaptığına dair kanıtları geçersiz kılmıyor. Arapça okuyabilse bile, Aramice, İbranice ve başka dillerde araştırma yapmış olması pek mümkün değildir. Kuran’daki bazı paragraflarla Yahudilerin, bunlara benzeyen çeşitli yazıları arasında kurduğumuz paralellikler, Kuran’ın büyük bölümünün esas kaynağını yeterince ortaya koyacak kadar birbirine yakındır. Ama Kuran’da böyle bir kaynaktan tercüme edilmiş tek bir ayet bile yoktur.  Kuran’da karşımıza çıkan çok sayıda hata Muhammet’in bu bilgiyi sözlü, olasılıkla da kitabı çok iyi bilmeyen insanlardan aldığını göstermektedir. Bu, Müslümanların ikinci varsayımlarını geçersiz kılıyor. Belirli birçok nedenden ötürü Muhammet’in Aramilerin, Zerdüştlerin ve Greklerin çok sayıda kitabına başvurması kuşkusuz mümkün değildi; ancak Yahudi 72, Pers, Hıristiyan arkadaşlarından ve müritlerinden, o zamanlar rağbet gören hikayeleri, efsaneleri ve gelenekleri öğrenmesi hiç de imkansız değildi. Yaşadığı dönemde düşmanları onu, Kuran’ın yazılmasında böyle insanlardan yardım almakla suçlamışlardır. Bunu hem Kuran’dan hem de İbn-i Hişam ile diğer yorumcuların açıklamalarından öğreniyoruz. Kitabın yazılmasına yardım ettiği söylenenlerin arasında, Sure XLVI, Ahkaf’da, Kuran ile Yahudi Kutsal Yazılarının arasındaki antlaşmanın “tanığı” olarak gösterilen bir Yahudi vardır. Yorumcu Abbasi ve yorumcu Celaleyn, bu paragrafla ilgili açıklamalarında bize, onun Abdul’llah ibn-i Selman olduğunu söylüyorlar. Ravzatü’l Ahbab’a inanırsak, Müslüman olmadan önce bir Yahudi kahini ya da hahamıydı. Sure XXV, Furkan 4, 5’de, Muhammet’in düşmanlarının, “başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir” dedikleri ve Muhammet’in sabah akşam onunla işbirliğine girerek, ona yazdırdıklarının sadece “öncekilere ait masallar” olduğunu söyledikleri anlatılmaktadır. Abbasi, söz edilen bu kişilerin Hıristiyan köle Cebr, (Ebu Fukayna da denen) Yaser ve Grek asıllı Ebu Takbiha olduğunu belirtir. Sure XVI, Nahl, 103’de, “Kuran’ı ona ancak bir insan öğretiyor” suçlamasına Muhammet, yetersiz bir cevap veriyor. Söz edilen adamın dilinin yabancı olduğunu, oysa Kuran’ın anlaşılır bir Arapçayla yazıldığını söylüyor. Bu yanıt, suçlamanın çok açık olan anlamını çürütmeye çalışmıyor. Bu suçlama (kullanılan dilin üslubuna değil), Kuran’da anlatılan hikayeler Muhammet’e aktarıldığı için getiriliyordu. Abbasi, Kayin adındaki bir Hıristiyan’dan söz edildiğini söyler. Celaleyin ise Tefsir’inde Cebr ile Yaser’in adlarını verir. Bazıları onun, Muhammet’in iyi bilinen İranlı müridi Salman, bazıları Sühaib, bazıları da Addas adında bir keşiş olduğunu iddia ederler. Muhammet’in ilk karısı Hatice’nin kuzenleri Osman’ın, özellikle de Varaka’nın, o dönemde Hıristiyanlığa 73 ve Yahudiliğe aşina olduklarını ve Muhammet’in peygamberliğinin ilk yıllarında, belki de daha önceleri bu insanların onun üzerindeki etkilerinin hiç de az olmadığını belirtebiliriz. İbn-i Hişam’a göre, Muhammet’in evlatlığı Zeyd Suriyeliydi. Bu durumda, önceleri Hıristiyanlığı kabul etmiş olmalıdır. Muhammet’in dostları arasında başkalarının da bulunduğunu ve Yahudi, Hıristiyan, Zerdüşt inançları hakkında onlardan kolayca bilgi edinmiş olabileceğini göreceğiz. Yine de bu kaynaklardan alınan bu yazıların biçimi o kadar değiştirilmiştir ki, Muhammet’in danıştığı insanların bunu anlamaları imkansızdır ama bu insanlar, en azından o güne kadar açıklandığı üzere,  bu yazıların, herkesin kendi inancının doğruluğunu onaylamak için vahiy edildiğini gerçekten düşünmüş olabilirlerdi.
Bir sonraki bölümde, henüz doğmakta olan İslamiyet’te ve Kuran’ın yazılmasında, şayet varsa, ortodoks olsun olmasın Hıristiyanlığın etkisini araştırmaya devam edeceğiz.

1. Ebu’l Fide, Et Tevarihü’l Kadime (Hist. Ante-Islamica), s. 148.
2. a.g.e., s. 269.
3. a.g.e. s. 127, 128.
4. Bk. s. 182 vd.
5. İslamiyet Muhammet’in zihninde yavaş yavaş şekillenirken, Ebionitlerin de etkisi olmuş gibidir. O zamanlar İslamiyet’in her şeye kolayca inandığı ve kaptığı görülmektedir. “Epiphanios (Haer x),  Nabathaea’daki Ebionitlerin, Moavlıların ve Başanlıların Adem ve İsa hakkındaki görüşlerini Sure III, 52’deki aynı cümlelerle anlatır. Sünnet edildiklerini, bekarlığa karşıt olduklarını, güneşin doğduğu yöne dönmeyi yasakladıklarını, (Muhammet’in on iki yıl boyunca yaptığı gibi) Kıble olarak Yeruşalim’i kabul ettiklerini, Kuran’da emredilene çok benzer şekilde (Sabiiler gibi) yıkanılmasını emrettiklerini ve Kuran’da da benimsendiğini gördüğümüz (bulutlar, burçlar, zeytinyağı, rüzgarlar vb bazı doğal nesnelerin üzerine) yemin ettiklerini bize anlatmaktadır. Muhammet’in eklektizmini bildiğimiz için, İslamiyet’le benzeşen bu noktalar pek rastlantı eseri olamaz.” (Rodwell, Koran, önsöz, s xcii, xciii).
6. Sir W. Muir, Life of Mahomet, 3üncü basım, Giriş, s xcii, xcii.
7. Sure IV, Nisa, 124.
8. M. S. Kasım 623’de, Sure II, Bakara, 136-40
9. Daha sonra bunun yerini oruç ayı olarak Ramazan ayı aldığında Muhammet, Muharrem ayının onuncu gününde Aşura’nın kutlanmasını yasaklamamıştır (Krş. Lev xxiii 27).
10. Sir W. Muir, alıntı, s 188.
11. Lev xvi; İbr vii 27.
12. Krş, örn Sure XXIX, Ankebut, 45; Sure II, Bakara, 130.
13. Burada alıntı yapılan örneklerin çoğu Haham Abraham’ın Was hat Mohammed aus dem Judenthume aufgenommen?  (Muhammet Yahudilikten ne aldı?) adlı kitabındandır.
14. Yaradılış. iv 8 hakkında
15. Bk. s. 133-5.
16. Yaradılış iv 10.
17. Yukarıda alıntı yapılan Haham Eli'ezer Risalesi’ndeki anlatım miyyaz (“elleriyle”) ifadesini içerir. Sure IX, Tevbe, 29’da da (Arapça) “elleriyle cizye verinceye kadar” ifadesinin yer alması yorumcuları şaşırtmıştır.
18. Bk. Bakara (II, 260), Enam (VI, 74-84), Enbiya (XXI, 52-72), Meryem (XIX, 42-50), Şuara (XXVI, 69-79), Ankebut (XXIX, 15,16), Saffat (XXXVII, 81-95), Zuhruf (XLIII, 25-7), Mümtehine (LX, 4) vb sureler
19. Historia Ante-Islamica (der. Fleischer, Leipzig, 1831). Ebu’l Fide, Hicri 672.
20. İtalik yazılan  cümleler Sure VI, Enam, 76-9’dan alıntıdır.
21. Sure VI, Enam, 80-3.
22. Sure XIX, Meryem, 43.
23. Sure XXVI, Şuara, 75-7.
24. Sure II, Bakara, 26.
25. Hastalık mazeretiyle evde kalmıştı, Sure XXXVII, Saffat, 87
26. Bk.. 89-91. ayetler
27. Sure XXI, Enbiya, 59; ve Caleleyn’in yorumu.
28. Sure XXI, 60-5.
29. Devamında, ayet 66-8.
30. Şüphesiz bu Korah’ın kaderini hatırlatır. Say., xvi, 31-4.
31. Sure XXXVII, 95.
32. Sure XXXIX, 39.
33. Sure III, 167.
34. Sure XXI, 69.
35. Midraş Rabba, bölüm xvii, Yaratılış xv. 7’nin açıklaması.
36. Bu sav, Mizanü’l Hakk’daki bazı ifadeleri çürütmek amacıyla Mizanü’l Mevazin’de yer almaktadır.
37. Krş. Yaradılış xv 28, xv 7. vd.
38. Bu, delil olmamasına iyi bir bahanesidir.
39. İbranicede sh, Arapçada s’ye dönüştüğü için Arapçası Sebe’dir.
40. Ya da “Müslümanlar olarak.”
41. Ya da “Müslümanlar olarak”
42. Yani  göz açıp kapayıncaya kadar
43. Ya da “Müslüman oldum”
44. Bk. I Kr. x 18 ve 2Tar. ix 17 vd.
45. Yani “ben” vb.
46. Ya da belki de daha çok, Farsça Cemşit hikayesinden. Metinde söz edilen yanlış anlama nedeniyle bu hikayenin Süleyman’a uyarlandığı görülmektedir.
47. Bk. 107, 108.
48. Entir Hatouadsner, böl.. 1, s. 127.
49. Böl. v.
50. Aslından tercüme edilmiştir. Trans. Soc. Bibl. Archaeology, cilt. II., bölüm 1., s. 104, 105, 115’de yanlış tercüme edilip basılmıştır.
51. Sundopasundopákhyânam.
52. Pentatük’ün (Dr Adolf Brüll tarafından,  1875’de Frankfurt’ta basılmıştır) Samiriye Targum’unun da pratikte aynı açıklamanın yapılması ilginiçtir. “Tanrının oğullarını” “yönetenlerin oğulları” olarak açıklar. Metnin aslı şöyledir:
53. Hanok kitabı böl. vi-viii’deki Grekçe parçalar. Derleyen Dr Swete, ,Syncellus’un yazdığı aynı yazılara yer vermektedir. Farsça Ya Nebi ü'l İslâm’da, Etyopya dilindeki metni tercüme edip alıntı yaptım, çünkü Grekçe metin o tarihte henüz toparlanmamış ya da en azından basılmamıştı.
54. Sure II, Bakara, 96. ayet.
55. Bunu daha iyi anlayabilmek için, yalnızca, buna benzeyen “Bu benim bedenimdir” ifadesinin, Hıristiyan Kilisesi’nde ne kadar çok yanlışa yol açtığını düşünmeliyiz.
56. 87,88. ayetler; krş. Sure VII, 147.
57. Krş. Yeremya x. 11
58. Celaleyn, bu yazıyla ilgili açıklamasında “Kaf  kelimesiyle ne kastettiğini en iyi Allah bilir” demektedir.
59. s. 7, 8.
60. Sure Li. 1.
61. Krş. Avestic Mt. Berez (Kanga's Avestic Dict.).
62. Ayrıca bk. Sure LXVII, 3 ve Sure LXXVIII, 12.
63. Bk. Araisü'l Mecalis, s. 5-9.
64. Mahabharata ve Ramayana’da Sanskritçe  go (öküz, inek) kelimesi dünya için kullanılır. Avesta’da da aynı sözcük  (gao ve gao-speñta, "kutsal inek”) aynı şekilde kullanılır. Krş. βούς  ile γαία. γή: Goth dilinde gavi (inek) ile Alm. Gau. Bunların hepsinde aynı bağlantı fikrinin izleri bulunabilir.
65. Celaleyn, Abbasi ve diğ.
66. Kanga, Avestic Dictionary, s. 408
67. s. 52, 53.
68. Matta xv 6; Markos vii. 13.
69. Matta vi. 5.
70. Arvah Turim, Ev. Hazaer, 1. Bu göndermeyi, Rodwell’in Koran’ının, 451. sayfasında, "Ayrıca bk. Yad Hakazaka Hilkot Işut, 14, 3" yazan dipnota borçluyum.
71. Biz, hadislere ne değer atfedersek edelim, Muhammet’in yazabildiği ve dolayısıyla da okuyabildiğini iddia eden hadisler de vardır.  Buhari ve Müslim, Hudeybiye Antlaşması imzalanırken Muhammet’in, kalemi Ali’den alarak, Ali’nin onun için yazdığı “Allah’ın elçisi” kelimelerini çıkardığını, yerine kendi el yazısıyla “Abdullah’ın oğlu” yazdığını anlatan hadislerden alıntı yapmaktadırlar. Yine hadislerde bize Muhammet’in ölürken, kendisine inananların, halefi konusunda anlaşmazlığa düşmelerini engellemek amacıyla, talimat yazmak için kalem ve mürekkep istediği ama gücünün yetmediği anlatılmaktadır. Bu hadis İbn-i Abbas’ın otoritesine dayanmakta ve Buhari ve Muslim tarafından aktarılmaktadır. Bunun Sünniler ile Şiiler arasında bir anlaşmazlık konusu olduğu iyi bilinmektedir.
72. Aslında Sure X, Yunus 94’te Muhammet’e, kuşkularını gidermesi için ehl-i kitaptan bilgi istemesi emredilir.
73. İbn-i İshak’tan yapılan alıntılar için aş. bk.264, 265.