3 Kasım 2012 Cumartesi

ŞİRA NECM SURESİNİN SIRRI


BÖLÜM I
Necm Suresi'nin sırrı
Bu Sure, Kuran'ın iniş sırasına göre 23. Suredir. Sonradan düzenlenen ve yaygın olarak kullanılan şekle göre ise 53. Suredir. İbn-i Abbas ve Katade'ye göre 32. ayeti Medine'de indirilmiş ve ilk ayette Necm, yani yıldız sözü, anıldığı için de bu isim verilmiştir. Sure şöyle başlar.


"1- Andolsun yıldıza, inerken." Burada geçen "Yıldız" sözü için Arapça'da üç ayrı anlam vardır. a) Yıldız anlamındadır. b) Ot ve çimen gibi sapı olmayan bitkileri anlatır. c) Aralıklı olarak, parça parça verilen bir şeyin parçalarına verilen isimdir. Bu açıdan bakınca haftalık veya aylık dergilerin her bir fasikülüne de "Necm" demek mümkündür. Kuran da parça parça indirildiği için her parçaya Necm denilir. Necm sözünün bu surede ot ve çimen gibi şeyleri anlattığını iddia eden yorumcular da vardır. Bunlar, Rahman Suresi 55/6 ayetinde, otların ve ağaçların da Allah'a secde ettiklerinden bahsedildiğini öne sürerek iddialarının nedenini açıklarlar. Aynı şekilde Kuran'ın, o zamana kadar indirilen parçaları üzerine andedildiğini ileri sürenler de vardır. Ama en fazla kabul gören anlam bu sözle yıldız anlamının kastedilmesidir.

Arapça mı yoksa akıl mı?
Arapça'da bir çok sözün birden fazla anlam taşıması ve değişik lehçelerin bulunması, bir çok kabilede aynı sözün değişik anlamlar ifade etmesi Müslüman yorumculara ve tefsircilere demogojik avantaj sağlamaktadır. Bu tür yorumcuların, Kuran'da geçen konularda hemen sığındıkları şey Arap dilinin bu özelliğidir. Hemen karşılarındaki insanın Arapça bilmediğinden, o ifadenin yanlış çevrildiğinden, Kuran'ı anlamak için çok iyi Arapça bilmek gerektiğinden bahsetmeye başlarlar. Onlara göre Kuran'ı sadece kendileri anlayabilir ve diğer insanlar, onlar ne derseler kabul etmek zorundadırlar. Hatta bazıları Arapça bilmezler fakat bunu hiç göz önüne almazlar çünkü onlar için Arapça bilmek, öğretilen ya da kendi deneyimleri ile bulup dört elle sarıldıkları bir şablon cevap demektir. Ama eğer karşılarındaki kimse Arapçayı iyi bilen birisi ise, bu sefer onu, din düşmanlığı, saptırıcılık ve cehaletle suçlarlar. Günümüzdeki televizyon programlarında bunları sık sık görmek mümkündür. Aslında saygın olması gereken etiketler taşırlar fakat saygın ama daha da önemlisi saygılı değildirler. Karşılarındakini dinlemeyi ve cevap vermeyi düşünmezler bile. Sadece karşılarındaki kimseyi konuşturmamaya ve soru sordurtmamaya çalışırlar. Buna aldanmamak gerekir ama daha önce dinimizin din yetkilisi veya ruhban sınıfı ya da otoritesi kavramına karşı çıktığı hatta yasaklamış olduğu unutulmamalıdır.


Yine Sirius Gizemi
Sonuç olarak Arapça'nın çok anlamlılığını bir yana bırakırsak, Necm sözünün "Yıldız" anlamında kullanıldığı kesindir. Yorumcular kendi aralarında bu tartışmayı sürdürebilirler fakat bu söz kesin olarak yıldız anlamında kullanılmıştır. Bunun kesin kanıtı da, surenin 49. Ayeti'nde açıkça "Şi'ra Yıldızı" denmesidir ve bu yıldız Sirius'dur. "49- Ve şüphe yok ki odur Şi'râ yıldızının Rabbi." 1. Yani 49. Ayetlerde söz edilen ve adına and edilen yıldız Sirius Yıldızıdır. Sirius galaksimizdeki, dünyamızdan en parlak görünen yıldızdır. Tabii ki, koca galakside çok daha parlak yıldızlar vardır fakat bizim bulunduğumuz konumdan en parlak görünen yıldız odur. Sirius, eski mitlere ve inançlara göre, Dünya'ya gelen eski Tanrıların kendi dünyalarının bulunduğu noktanın, bu boyuttaki izdüşümlerinden birinin koordinatlarındadır. Tabii, antik tanrılar sadece Sirius'tan veya bir başka yıldızdan gelmediler ya da eğer geldilerse onlar tanrıydılar da denemez. Sadece Sirius madde ötesi boyuttaki yıldızın izdüşümündedir diyoruz. Bu yüzden de dünyada değişik zamanlarda, değişik yerlerde Sirius'u çok ciddiye alan bir çok kült kurulmuştur. Eski Mısırlılar için de Sirius çok önemli bir yıldızdı. Hatta Keops Piramitinin, kral odasındaki üst çıkış koridorunun direk olarak Sirius'u gözlemleyecek açıda yapıldığı söylenir.

Sirius Mirac'a giden yol muydu?
Söz konusu surede Tanrı, kendi öz boyutundaki bir yıldız veya gezegeni Sirius'la özleştirerek and etmektedir. Ayrıca kendisini o boyutun da Rabbi olarak ilan etmektedir. Tabii Sirius'u yani Sirius'un izdüşümünde olan diğer boyut yıldızını kastederek Sirius ismini kullanıyoruz yani Allah açısından kutsal görülen bir yer midir diye soruyoruz? Daha fantastik açıdan bakarsak, isim "Şİ" ve "RA" hecelerinden kuruludur ve Eski Mısır'ın en büyük tanrısı olan Ra'yı çağrıştırmaktadır. Bu durumda, Acaba Ra ismi de Sirius kökenli bir isim miydi diye düşünmek de olasıdır. Ayetteki iniş sözü, bir çok İslam yorumcusuna göre Hz. Muhammed'in Mirac'ını anlatır fakat bazı otoriteler için Miraç fiziksel değil, astraldır. Tabii tanım olarak astral yolculuk denmez "Rüya" olduğu söylenir. Bazı yorumcular da, "İnme" sözünün Yıldız'ın, Ay'ın veya Güneş'in ufukta alçalmasını kastettiğini ileriye sürerler. Tefsirci Abdülbaki Gölpınarlı ise, mealinde bu ayet için; "Yıldızdan maksat Kuran'dır. Nücumen, yani ayet ayet indiği için bu adla anılmıştır." der. Bu tefsiri Dahhak, Mücahid ve Kelbi gibi tefsirciler de kabul ederler. Arapça'da "tencim", ayırmak anlamındadır, "müneccem", ise ayrılmış demektir. Fakat söz konusu bu yıldıza, Ülker yıldızıdır diyenler de vardır. İbn-i Abbas ve Hasen'e göre ise doğrudan doğruya yıldız anlamındadır. "İnerken" sözcüğüne, kıyamet günü, yıldızın yere düşmesi diyenler de vardır.

Yaratıcı, yarattığına and içer mi?
Bize göre ise, durum biraz daha farklıdır. Alemlerin Rabbi Allah'ın Sirius'a özel bir anlam veya bir ayrıcalık taşıdığı akla yakın gelmektedir zira çok daha eskilerde antik tanrılar da daha önce belirtildiği gibi Sirius ile ilgilidir yani onları da Yaratıcı'nın varettiğine ve belki de insanın sahipsiz olmadığını kanıtlamak için bir demo gibi kullandığına inanır veya düşünürsek, Sirius boyutunun tanrısal bir kanal veya kaynak olduğunu da akla getirebiliriz. Yani sanki özel bir boyut kastedilmektedir. Her şeyi yaratan Allah'ın, kendi yarattığı bir şeye and etmesi ilginçtir. Kuran'da bulunan başka ayetlerde de, bir kaç tane daha and sözcüğü vardır. Elbette ki, her şeye gücü yeten ve her şeyi yaratan Allah, içinde and ettiği bir ayet olmayan bir Kuran'ı indirmekten aciz değildir. Dolayısıyla Yaratıcı Allah'ın bir yıldıza veya Mirac'a ya da bir gök cisminin ufukta alçalıp yükselmesine and etmesi gariptir. Ama kendisine özgü nedenlerle Sirius'a yani kendi öz boyutuna ve yıldızına and etmesi, onu kutsal ilan etmesi sanki daha mantıklıdır. Sure şöyle devam eder;

"2- Arkadaşınız, gerçekten ne saptı, ne ayrıldı. 3- Ve kendi dileğiyle söz de söylemedi. 4- Sözü, ancak vahyedilen şeyden ibaret."

İki no'lu ayette geçen arkadaşınız sözü tabii ki Hz. Muhammed'i ifade etmektedir. Burada hitap edilen kimseler ise, Hz. Muhammed'i tanıyan ve onunla konuşan kimselerdir. Öyleyse hitap da ona ve "Kuran'ı kendi uydurdu." diyen Kureyş'e ve benzerlerine yönelik olmalıdır. Bunlara karşı "sahibiniz" tabirinin kullanılmasında özel bir anlam vardır. Öyleyse ayetin meali şöyle olmalıdır:

"Şimdiye kadar sohbetinde bulunarak çok iyi tanıdığınız, aklına ve doğruluğuna güvendiğiniz, sizinle sohbet edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını, ne aldanır ne de aldatılır. O, ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnundur."

Uyarı kimlere yapıldı?
Ama aslında bu ayetler sanki "Kuran'ı, Muhammed kendisi uydurdu." diyen münafıklar için değil daha çok Hz. Muhammed'in yakınlarına ve Kuran'da bazı karışıklıklar olduğuna inanan, Hz. Muhammed'in Vahiy alırken şaşırdığını söyleyen kimselere yönelik gibidir. Çünkü bir çok ayetin şüpheli olduğu konuşuluyor ama bu durum topluma açıklanmıyordu. Böyle bir söylentinin yayılması bir anda Müslümanlığı yok edip, çok kimsenin akın akın eski ilahlara dönmesine neden olurdu. Fakat gizli kalması gereken durumu Hz. Muhammed'in yakınları arasında konuşanlar vardı. Söylentiler yavaş yavaş yayılmaya başlamıştı ve Hz. Peygamber'in, prestiji sarsılabilirdi. Buna derhal el koymak gerekiyordu ve yukardaki 2, 3 ve 4 nolu ayetlerin nedeni buydu. Bu ayetlerle Kuran'a yabancı bir müdahalenin olmadığı, Hz. Muhammed'in asla yanılmadığı ve kendiliğinden de bir şey katmadığı Tanrı sözü ile kesinlikle belirtiliyordu. Üstelik Allah sözünü güçlendirmek için sureye önemli bir yeminle başlıyor. Yani Allah ilk dört ayette şunu diyordu;

"Yıldıza ve oradan iniş anım üzerine yemin ederim ki, Arkadaşınız ve yol göstericiniz olan Muhammed Kurana hiç birşeyi kendiliğinden koymadı. O asla şaşırmadı, Kendisine vahiy verilirken Cebrail'den asla kopmadı. O sadece kendisine vahyedilen şeyi söyledi..."

Yani Necm suresi bir cevap, aklama, yeni bir hamle ve yalanlama suresidir fakat acele takip eden ayetlerin de görülmeleri gerekir.

"5- Ona öğretti kuvvetleri çok çetin. 6- Kuvvetli biri sonra doğruldu."

Aslında bilinen bir şeydir ki, Kuran'ı Hz. Muhammed'e öğreten Cebrail'dir. Fakat taşıyıcının Cebrail olması, Göndericinin Allah olmasını ve bilginin çıkış kaynağının da asıl öğretici olmasını önlemez. Bu durumda, öğreten Allah fakat taşıyan da her zaman Cebrail'dir. Çünkü Kuran şöyle der;

"De ki: Onu Rûhul-Kudüs (Cebrail) Rabbinden hak (ve hikmet) gereğince indirdi." (Nahl 16/102) "Onu, er-Rûhu'l-Emin (Cebrail) indirdi." (Şuara 26/193) ayetlerine göre Kuran'ı Allah'ın izniyle Peygamber (s.a.v)'in kalbine indiren "Yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder..." (Şura, 42/51)

Cebrail ile başa çıkılamaz vurgusu
Bu ayetlerde vahyi getiren elçi Cebrail olduğuna göre Kuran'ı öğretenin o olduğu anlaşılır. Dolayısıyla burada her iki mana da düşünülebilir. İbni Abbas'tan gelen bir rivayette Kuran'ı öğretenin Allah olduğu ifade edilmiş ise de, Hz. Ayşe'den yapılan bir nakle göre ise, söz konusu ayetteki öğretici, Cebrail olarak tefsir edilmiştir. Lafzın zahirî anlamı da bu görüşe daha yakın olduğundan tefsircilerin çoğu, bu manayı tercih etmişlerdi. Nitekim Beydavi; "Şiddetli kuvvetlere sahip bir melek ki o, Cebrail'dir. Zira Cebrail, harikaların gösterilmesinde bir vasıtadır." der. Taberi ise, ayetteki "şedidü'l-kuvva" "çetin kuvvet" sözünü, "şedidü'l-esbâb" "müthiş sebep" diye tefsir eder, Nisaburi de bu sözü, ilim ve amel yönünden müthiş kuvvetler şeklinde yorumlamış ve ardından şunu ilave etmiştir; "Burada öğrencinin faziletinin anlaşılması için öğretmen methedilmiştir. Eğer 'Onu Cebrail öğretti.' denilmiş olsaydı bunun zahiri anlamından öğrencinin fazileti açıkça anlaşılmış olmazdı." demektedir. Burada ayrıca "Ona bir insan öğretiyor..." (Nahl, 16/103) diyenlerin sözüne de bir cevap söz konusudur: Çünkü, "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsra, 17/85), "Çünkü insan zayıf yaratılmıştır." (Nisa, 4/28) ayetlerine göre insan, hem ilmi bakımından mükemmel değildir, hem de zayıf bir yaratıktır.

Öyleyse taşıyıcının Cebrail olduğunu kabul ediyor fakat övmek için Cebrail'in gücünün vurgulanması fikrine katılmıyoruz. Bu çocukça bir övme ve övünme olmaktadır. Cebrail'in gücünün vurgulanması bir hatırlatma veya uyarı amacından kaynaklanmaktadır. Yani Allah satır aralarında demektedir ki;

"Kuran'ı gönderen benim. Nakleden Cebrail'dir. Cebrail de öyle güçlü ve kudretlidir ki, hiç bir varlık onunla başa çıkamaz. Hiç bir varlık onu geçemez. Muhammed'in kendiliğinden uydurmadığına da ben şahidim ve sözüme yeminle başladım. Daha nasıl şüphe edebilirsiniz. Kuran'a, Şeytan veya hiç bir varlık müdahale edemez."

Görülüyor ki, bu büyük yeminler, bizzat Allah'ın tanıklığı ve Cebrail'in gücünün büyüklüğü ile Kuran'a Şeytan'ın müdahale ettiği kesinlikle yalanlanıyor ve şüphe edenlere de göz dağı veriliyor. Devam ediyoruz;

"7- Ve o, en yüce tanyerindeydi. 8- Sonra yaklaştı, yakınlaştı. 9- İki yay kadar kaldı araları, yahut daha da yakın. 10- Derken kuluna vahyetti, ne vahyettiyse..."

Bu ayetlerle Allah vahiy veriş mekanizmasını ifade etmektedir. Yay Araplar tarafından o zamanlarda kullanılan bir uzunluk ölçüsüdür, bildiğimiz, ok atmaya yarayan yaydan kaynaklanır. Bununla beraber iki yay başka bir yakınlığı daha ifade eder. Arapların antlaşmaları, anlaşmaları, ittifakları yaylarla yapılan bir törenle mühürlenirdi. Anlaşan iki kabilenin reisleri yaylarını önce üst üste yere bırakırlar, sonra yerden alıp, birer ok atar, böylece bir ve birlik olduklarını gösterirlerdi.

Hz. Muhammed ve Cebrail ilişkisi
Peki acaba, 7. 8. 9. 10. Ayetler Hz. Muhammed'in Mirac olayını mı kastediyorlar? Ama bu ayetlerin, Hz. Muhammed'in, Cebrail'i ilk defa gerçek şekli ile görmesini anlattığını söyleyenler de vardır. Denildiğine göre peygamberlerden hiçbirisi, Cebrail'i hakiki şekliyle görmemiştir. Ancak Hz. Muhammed biri yerde, diğeri de gökte olmak üzere iki defa onu görmüştür. Acaba bu kaynaklara göre ayetin manası şöyle olabilir mi? Cebrail Hz. Peygamber'e öğretti, ki o bu durumda bazen insan şekliyle değil, Allah'ın yarattığı gibi hakiki suretinde doğrudan doğruya en yüce ufukta durup, görünmüştü. Bunu dosdoğru semada göründü diye de ifade edebiliriz. Bazıları, öğretti de semada durdu derler, bazıları da kendisine verilen emir üzerine kuvvetiyle ilham etti manasını verirler. İlham edilenin Hz. Muhammed olduğunu bildiğimize göre, o zaman fiilindeki "fa-i takibiyye veya sebebiyye" olarak yani müthiş kuvvet sahibi öğretti de, Hz. Muhammed'e ilham geldi diyebiliriz. Yani ilim ve nübüvvetle yükseldi ve o, ilham yani Vahiy geldiği zaman, en yüksek ufukta doğruldu şeklinde açıklama getirebiliriz. Dikkat edilirse Sure'nin başından beri önce Allah'ın tanıklığı ve yemini ile başlanıp, araya girilmesinin imkansız olduğu ve bu ayetlerde de Vahiy mekanizması ve Cebrail ile Hz. Muhammed'in nasıl yakınlaştığı anlatılıyor. Allah, Hz. Muhammed ve Cebrail üçlüsünün yakınlığı ve araya girilmezliği iyice vurgulanıyor ve de Sure devam ediyor;

"11- Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12- Hâlâ münakaşa mı edersiniz gördüğü şeyleri? 13- Ve andolsun ki onu, inerken bir kere daha gördü. 14- En son sidrenin yanında. 15- Mev� cenneti de yanındaydı. 16- Sidreyi, o sırada neler bürümüş, kaplamıştı, neler. 17- Gözü, ne kaydı, ne haddini aştı. 18- Andolsun ki Rabbinin pek büyük delillerinden bir kısmını gördü."

Buraya kadar Hz. Muhammed'in Mirac'da gördüğü harikalar anlatılıp, onun asla şaşmadığından bahsediliyor. Sonuç olarak Hz. Muhammed'in çevresindekiler artık iyice ikna olmuşlardır ve sonuç alınmıştır. Bu saptamayı yaptıktan sonra Mekkeliler için hatta İslam öncesindeki Arap toplumu için önemli olan Lat, Menat ve Uzza'yı tanımamız iyi olacaktır.



Necm Suresi
Yrm; Ergün Candan
62 ayetten oluşan sure, adım ayetin başındaki "yıldız" anlamına gelen
"en-Necm " kelimesinden almıştır:
Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız sapmadı ve azmadı. (NECM: 53/1-2)
Surenin hemen başında Hz. Muhammed'in zihinsel ve fiziksel olarak sağlıklı olduğu, yıldıza yeminle bildirilmiş ve böylelikle Hz. Muhammed'in göksel bir ilhama mazhar olduğu bu yeminle ifade edilmiştir.
Sure yine daha önce üzerinde durulan Hz. Muhammed'in Cebrail'le irtibatlı olduğu hatta onu gördüğü, bu irtibatın sonucu gerçek bir vahiy aldığı ve bu vahye güvenilmesi ile ilgili ayetlerle başladıktan sonra Miraç ile ilgili çok önemli bilgilerin anlatıldığı ayetlere yer verilmiştir. Fakat biz bu konuya burada değil, Miraç Suresi'nde değineceğiz.
Lat, Uzza, Menat...
Sure İslam öncesi Arap inançlarıyla ilgili bir uyarıyla devam eder ve şöyle denir:
Lât ve Uzza'ya ve diğer üçüncüsü Menat'a ne dersiniz? Erkek size de, dişi O'na mı? Öyle ise bu çok insafsızca bir paylaştırmadır. (NECM: 53/19-22)
Bir önceki surede nasıl ki, Hz. İsa'nın Tanrı'nın Oğlu olduğu inancına karşı çıkılmışsa burada da, eski Arap kültüründe önemli semboller olmasına karşın, zaman içinde anlamını yitirmiş ve halk tarafından bilinçsizce El-İlah'ın (Allah'ın) kızları olarak nitelendirilen üç sembole karşı çıkılmaktadır.
Bu karşı çıkılışta aynı zamanda ince bir alay ve espiri de bulunmaktadır. Bilindiği gibi o dönemdeki Araplar kız çocukları olsun hiç istemezler, çoğunlukla hep erkek çocuklarının olmasını ve soylarının devam etmesini isterlerdi.
Durum böyleyken kendilerinin istemedikleri kız çocuklarını El-İlah'a atfetmişlerdi. Allah'a "kız çocukları" isnad etmeleri çelişkili bir tavırdı. Çünkü, Allah'a herhangi bir şekilde "çocuk" isnad etmelerindeki çirkinlik bir tarafa, O'na kendilerinin hor gördüğü bir şeyi isnad etmeleri, kendilerinden üstün bir varlık olarak gördükleri Allah'a duydukları saygıyla çelişiyordu. Ayette ince bir istihza ile vurgulanan nokta işte bu çelişkidir.
Eski Arap geleneklerinden gelen Lât, Uzza ve Menat üç ayrı heykelle sembolleştirilmiş ve bunlar o dönemde Kabe'nin içinde muhafaza edilmekteydi.
Eski inisiyatik bilgilerin dejenere olmasından sonra bunlara yüklenen anlam, halk tarafından unutulmuş sadece şekilsel anlamları kalmıştı. Ayette karşı çıkılmasının ana nedeni budur. Günümüzde bunların putperest bir inancın sembolleri olduğu görüşü ağırlıklı olarak benimsenmişse de gerçekte durum çok daha farklıydı.
Hz. Muhammed'in kendisine vahyedilmesi üzerine söz konusu sembolleri ortadan kaldırması ile Atatürk'ün tarikatları kapatması hemen hemen birbirleriyle aynı nedenlerden dolayıdır. Bir zamanlar Ezoterik-Bâtıni Öğretim'in merkezleri konumunda bulunan tarikatlar aradan geçen yıllar boyunca o ilk günkü niteliklerini kaybederek, harici ve şeriatçi kurumlara dönüşmeye başlamışlardı. Aynen Hz. Muhammed'in döneminde Lât, Uzza ve Menafin içerdikleri inisiyatik anlamların yok olması gibi...
İşte aradaki benzerlik budur ve bu nedenlerden dolayı da Atatürk tarikatları, Hz. Muhammed ise bu heykelleri ortadan kaldırtmıştır.
Ancak ortada benzemeyen tek fark Atatürk'ün kapattırdığı şeriatçı- harici tarikatlar siyasi liderlerin istekleri doğrultusunda yeniden açılmışken; Lât, Uzza ve Menafin heykelleri bir daha gün yüzüne çıkamamışlardır...
Putperestlik nedir?
Günümüzde geçerli olan putperestlik kavramı, tarihin hiçbir döneminde insanlar tarafından yaşanmış bir realite olmamıştır. Yani tarihin hiçbir döneminde, insanlar kendi ellerinin mahsûlü olan taştan ya da tahtadan yapılmış heykellere tapmamışlardır.
Tarihin hiçbir döneminde hiçbir insan toplumu kendi elleriyle yaptığı tahtadan ya da taştan heykellerin kendilerini yaratmış olduğuna inanacak kadar, geri bir düzeyde olmamıştır.
Putperestlik, sembolün anlamını yitirmesidir. Anlamının insanlar tarafından artık anlaşılamaması demektir. Anlam yitince de sembolü kaldırıp atmaktan başka çare kalmıyor. O devirde olan işte buydu.
Sonrasında gelen ayetlerde bu durum çok daha net bir şekilde dile getirilmiştir:
Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar yalnız zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki, kendilerine, Rableri katından yol gösterici gelmiştir. (NECM: 53/23,26-28)
Melek sembolizmi...
Aynı bilgi kirlenmesi o dönemler melek sembolünde de kendisim göstermekteydi. Evrensel İdare Mekanizması'nın unsurlarının sembolü olan melekler, dişi varlıklarmış gibi ruhsal anlamlarından çıkartılarak insani bir hüvviyete büründürülmüştü.
Sonrasında gelen ayette de, bu yanlış inanca dikkat çekilmiştir:
Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah'ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar, şüphesiz ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar.
Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakikat namına hiçbir şey ifade etmez. (NECM: 53/23)
Melek olarak ifade edilen Melekut Alemi'nin varlıklarının yeryüzündeki insanlara yardım ettikleri ayette çok açık bir şekilde anlatılmış, ancak insanların bu mekanizmayı anlayamadıkları ifade edilmiştir. Günümüzde de durum büyük oranda aynıdır... Yine geleneksel dini inançların büyük bir bölümü çeşitli zanlara uymaktan ibarettir. Bu birçok din için de aynıdır...
Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinde bildirildiği gibi, bu zanlardan kurtulup, dinin gerçeklerine apaçık bir şekilde ulaşabilmek herhalde kıyamet günlerinde ancak nasip olabilecektir.
Şira Yıldızı'nın Rabbi...
Yıldız anlamına gelen Necm Suresi'nin sonlarına doğru bir yıldızın adından da söz edilmiştir:
Şüphesiz O, "Şi'râ'nın Rabbidir. (NECM: 53/49)
O dönemler, geçmişi çok eskilere dayanan bir geleneğin uzantısı olarak, başta Himyer ve Huzâ kabilelerinde Şira Yıldızı'na bir kutsiyet atfedilmiş ve o yıldıza karşı çeşitli ritüeller uygulanmaktaydı. Ayet bu eski geleneğe atıfta bulunmuş ve kutsiyet atfettikleri yıldızın rabbinin de Allah olduğu söylenmiştir. Ayette geçen "Şira Yıldızı" günümüz astronomisinde "Sirius Yıldızı" olarak bildiğimiz yıldızdır.
Burada dikkatinizi bir inceliğe çekmek istiyorum.
"Rab" kelime anlamı itibarıyla ıslah etmek üzerinde tasarrufta bulunmak kemâle erdirmek, efendi olmak sorumluluğunu yüklenmek, başkanlık yapmak, mâlik ve sahip olmak, sözü dinlenmek itaat edilmek, üstünlüğü ve otoritesi kabul edilmek gibi anlamlara gelir. Eski geleneklerde inisiyatörler için de kullanılmıştır. Benzer şekilde dini liderler ve peygamberler için de kullanılmış bir kavramdır.
Allah'ın Rab olması canlılar için geçerli olan bir kavramdır. Yani Allah bizim Rabbimizdir diyebiliriz. Aynı şekilde kuşkusuz ki diğer canlıların da... Ama hiçbir zaman bu kavramı yani Rab olmasını bir gezegen için kullanmayız. Gezegenemizin yaratıcısı olduğundan söz edebiliriz ama "Rab olmak" farklı bir kavramdır. Canlılar için kullanılır. Yani Dünya'nın Rabbi denildiğinde dünya üzerindeki yaşayan canlıların Rabbi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Şira'nın Rabbi denildiğinde de, orada yaşayanların Rabbi kastedilmektedir. Yani Şira Yıldız Sistemi'nde yaşayanlar olduğu bu ayette üstü örtülü bir şekilde de anlatılmıştır.
Ezoterik bilgilere göre Siriusyen kültür izleri...
Dünya üzerindeki tüm dinler ya Tufan Öncesi Atlantis ve Mu Kültürleri'nden ya da "Kozmik Ruhsal İrtibatlar" dan kaynaklanmıştır. Bazen her iki unsurun bir arada bulunduğu dini sistemler de vardır. Ancak hepsinin ortak özelliği, bir şekilde "Sirius Kültürü"yle ilintili olmalarıdır. Bu bilgi bir zamanlar sadece inisiyatik mabetlerde eğitilen rahiplere aktarılırdı. Daha sonra insanlığın aşamalı aşağıya inişi süresince ve özellikle de son 2000 yıldır geniş halk kitlelerinden tamamıyla gizli tutulmuş bir bilgidir. Hatta o denli gizli tutulmuştur ki, dini eğitim sistemlerinin kendi kutsal kitaplarında bile, bu tamamen gizlenmiştir. Sirius Kültürü hakkında, Kur'an-ı Kerim'de sadece iki surede toplam birkaç ayetle üstü kapalı atıflarda bulunulmuştur. Bunun haricinde hiçbir bilgi verilmemiştir.
Şimdiye kadar çok az kişi tarafından bilinen bu gerçek, inisiyatik sırları semboller ve hikâyeleştirilmiş meseller tarzında aktaran mitolojilerde de kendini gösterir. Örneğin, Roma Mitolojisi'nde "Romüs" ve "Romülüs" kardeşleri emziren kurtla, Türk Mitolojisi'ndeki "Gök - Kurt" ve "Gök - Kurt'tan Türeyiş Efsaneleri", bu sırrı anlatan sembollerdir.
Sirius Yıldızı'nın bulunduğu takımyıldızının günümüzde de "Büyük Köpek Takımyıldızı" olarak isimlendirilmiş olması boş ve anlamsız bir tesadüf değildir. Eski Mısır Kültürü de dahil olmak üzere, tüm inisiyatik metinlerde, Sirius'un sembolü olarak "kurt" ya da "dik kulaklı siyah köpek" kullanılmıştır. Bu ve bunlara benzer diğer ülkelerin mitolojileri incelendiği takdirde, bu gerçek tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Sirius, bizim Güneş Sistemimiz gibi daha birçok güneş sisteminin içinde yaşayan varlıkları eğitmiş, görüp, gözetmiş vazifeli bir sistem olarak fonksiyon gören varlıkların bulunduğu kozmik yönetici bir mekanizmadır... Bu kozmik yönetici mekanizmanın varlıkları çok ender olmakla birlikte zaman zaman bazı vazifelilerini enkarne etmek suretiyle Dünyamız'a göndermişlerdir. Çok özel bazı ezoterik kaynaklarda bunlardan bir tanesinin de Hz. Muhammed olduğu söylenmektedir.
Bu ezoterik bilgilere göre, Hz. Muhammed adıyla tanıdığımız bu büyük vazifelinin Dünyamız'daki görevine hazırlığı iki safhada olmuştur.
Konuyu açalım...
Her ne kadar birçok yazar, Mu'daki inisiyatik bilgileri aktarırken "Mu Dini" tabirini kullanmışsa da, aslında bildiğimiz anlamda bir dine sahip değillerdi. Çünkü o dönemlerde kozmik bilgilerin sembollere Süründürülerek insanlara anlatıldığı dini eğitim sistemi değil, kozmik bilgilerin apaçık öğretildiği inisiyatik bir sistem işler durumdaydı. Henüz daha dinler ve mitolojiler ortaya çıkmamıştı. Çünkü buna gerek yoktu...
O dönemde de bir dizi sembol vardı ama bu semboller bilgilerin üzerini örtmek için değil, meseleyi en kısa yoldan anlatmak için kullanılıyordu. Yani sembolün ifade ettiği anlam herkesçe biliniyordu. Aradaki bu fark çok önemlidir. Bizim devremizdeki dinler dönemiyle birlikte tüm sembollerin üzeri örtülmüş ve anlamları genel çoğunluk tarafından unutulmuş durumdadır. Zaten günümüzde dinsel bilgilerin yanlış yorumlanmasının ana nedeni de budur...
İnsanlığın aşağıya iniş sürecinin sonlarına doğru yani hâlen içinde yaşamakta olduğumuz dönemde (Demir Çağ'da) ilahi bilgilerin sembollerle insanlara aktarılacağı bir döneme girilmişti. Ve bu dönem içinde daha sonraları kitabi dinler olarak adlandırılacak dinlerin yeryüzüne indirilmesine başlanmıştı.. Bu Hz. Musa ile başlamış ve Hz. İsa ile devam etmişti...
Sıra artık bu sürecin tamamlanmasına gelmişti...
Tüm bu süreç, Âlemler'in Rabbi'nin tasarrufu dahilinde Kürsi ya da Melekut Âlemi olarak tanımlanan Evrensel İdare Mekanizması'nın hiyerarşik yapısı içindeki plân tarafından yürütülmekteydi. Bu son görev de yine bu işleyiş içinde tamamlanacaktı.
Daha önce olduğu gibi bu işleyişin içinde Siriusyen Kültür temsilcileri de aktif bir vazife alacaktı.
Hz. Muhammed adıyla tanıdığımız büyük vazifelinin Dünyamız'daki görevine hazırlığı iki safhada olmuştur demiştim. Birinci safhası bu vazifeye Melekut Âlemi'nin yönlendirmesi doğrultusunda görevlendirilmesiyle başlamış ve ilk hazırlıklarım Sirius'ta yapmıştır.
İlk plânlarını, ilk projelerini Sirius'dayken hazırlamış ve Dünya'ya geldikten sonra oluşturulacak sistemle ilgili çalışmalarda bulunmuştur.. Hazırlamış olduğu bu dosyaları daha sonra dünyayı yakından takip eden ve Dünya'nm içinde bulunduğu şartları yakından inceleyen "Satürn Bilgeleri" ile tetkik etmiş, gözden geçirmiştir. Dünya'nın yaklaşık 28.000 yıllık bir dönemini içeren akaşik kayıtlar, "Satürn Bilgeleri" ile birlikte gözden geçirilmiş ve Dünya üzerinde yaşayan varlıkların o güne kadar geçirmiş oldukları enkarnasyonlar büyük bir titizlikle incelenmiştir... Bu da ikinci safhasıdır...
Bu incelemelerden sonra Sirius'da hazırladığı plânın bazı bölümlerini onların önerileri doğrultusunda Siriuslu diğer varlıklarla birlikte yeniden elden geçirmiş ve birtakım değişiklikler yapmak gerektiği görülmüş ve Melekut Âle­mi'nin onayıyla son nokta konulmuştur.
En son olarak da bu öğretinin hangi yolla, nasıl bir metot kullanılarak insanlara nakledileceğine karar verilmiştir. Bu, vahiy mekanizmasıdır. Yani ruhsal tebliğ mekanizması... Daha önce farklı metotlar denenmişti. Şimdi ise bu yol denenecekti... Siriusyen kökenli bilgiler insanlara uygun semboller kullanılarak ileticilik vazifesini görecek bir varlıkla, zamanı geldiğinde Hz.Muhammed'e ruhsal kanalla "Evrensel İdare Mekanizması"nın kontrolünde aktarılmaya başlanacaktı. Yani vahyin belli bir bölümü çok önceden hazırlanarak tespit edilen Siriusyen bilgilere dayanır. Bu aktarımda iletişimi kuracak varlık Kur'an-ı Kerim'de Cebrail olarak isimlendirilmiştir.
Bunun haricinde Melekut Âlemi'nin o an gelişen durumlara uygun araya girişleri olmuştur. Ayrıca, Melekut Âlemi'nin bir üyesi olan Cebrail de kendi yetkisi dahilinde bazı araya girişler yapmak suretiyle, birtakım ayetler aktarmıştır.
Hz. Muhammed Hira Dağı'nda ilk kez Cebrail ile karşılaştığında geçmişi tamamen unuttuğu için gerek kendi kimliğim, gerekse de Cebrail'in gerçek kimliğini yeniden hatırlayıncaya kadar belli bir uyum sağlama süreci geçirmek zorunda kalmıştı. Ancak yörede bulunan Yahudi Kabalistleri, bazı Hristiyan rahipleri ve Sabiiler gibi birtakım ezoterik gruplar belirli derecelerde durumun farkındaydılar. Fakat bu sırrı bilenler, kesinlikle hiçbir şekilde bu bilgileri dışarıya sızdırmadılar...
Bu gruplardan bazıları Hz. Peygamber'e geçmiş kökenini hatırlamada yardımcı da olmuşlardır. Özellikle Hatice'nin akrabası Varaka, bu konuda kayıtlara geçenlerden sadece bir tanesidir. Bundan daha önce bahsetmiştim.
Cebrail'in O'na "Oku" demesi, doğmadan önce hazırlanan bilgileri yeniden okumaya başlaması anlamındadır. Cebrail'in O'na dokunmasıyla birlikte zaten binbir güçlükle kurulan ruh beden ilişkisi derhal serbestleşmiş ve astral çıkışla, gelmiş olduğu plândaki hazırladığı bilgilerle karşı karşıya gelmiştir. O ana kadar bunları unutmuş bir hâlde yaşadığı için büyük bir şaşkınlık içinde kalmıştır. Hatta "Acaba yanılıyor muyum?..." "Yoksa bütün bunlar bir halisünasyon mu?".diye ilk başta tereddüt göstermesi bu açıdan son derece doğaldır. Zaten belli bir süre bunlardan tam olarak emin olamamıştır.
Önceden hazırlanan ve daha sonra Hz. Peygamber'e Cebrail tarafından aktarılan metinler son derece ağır bir sembolizm örtüsüyle şifrelendirilmiş olduğundan, anlaşılması bir hayli zordur. Bir başka zorluk da, metinlerin belirli bir lineer akışı takip etmemesidir. Yani öyle ayetler vardır ki, onlar en başta olmalıdır. Ve yine öyle ayetler vardır ki, ortalarda başka ayetlerin yanına getirilse, çok daha kolay bir anlam çıkartabilmek mümkün olur. Ancak Kur'an ayetleri böyle aktarılmamıştır. Çünkü küresel bir mantık vardır. Lineer tek boyutlu bir mantıkla hazırlanmamıştır. Bu özelliğinden dolayı Kur'an metinlerinin anlaşılabilmesi için ayrıca bir çaba gerekir... Belli ki kolayca anlaşılması istenmemiştir...
Dünyaya aktarılacak son bilgi midir?...
Hemen belirtelim ki, kulaktan dolma edinilen dini bilgilerimizdeki, Kur'an-ı Kerim'den başka artık insanlara hiçbir bilgi verilmeyecektir anlayışının hiçbir geçerliliği yoktur. Bu, sonsuza bir son yakıştırmaya benzer. Ancak dinsel bir motif ve görünüm altında yeni bir bilgi verilmeyeceği doğrudur. Çünkü dinler devri Hz. Muhammed ile birlikte tamamlanmıştır. O son peygamber ve getirdiği din de Dünya'nın göreceği son dindir... Fakat dünyanın göreceği son bilgi değildir. Bu yanlış anlayış, Kur'an'ın indirilişinden yüzyıllarca sonra insanların ileri sürdüğü bir tahminden ibarettir.
Bu bölümle ilgili konumuzu kapatmadan önce son bir noktaya daha değinmek istiyorum...
Bu ve buna benzer bazı ezoterik bilgilerle karşılaşıldığında mutlaka başka toplumların ellerinde bulunan ezoterik bilgilerle o bilginin örtüşüp örtüşmediği araştırılmalıdır. Ben hep bu prensibi uygulamaya çalışmışımdır. Sizlere de bunu tavsiye ederim. Örneğin yukarıda aktardığım bu bilgileri başta Mısır ve Eski Türk Gelenekleri'ndeki kurt sembolizmi olmak üzere birçok inisiyatik eski geleneklerde araştırdıktan soma sizlerle paylaşmış bulunuyorum.
Bu bilgilerin doğru olabilme ihtimali bana göre çok yüksektir. Çünkü Siriusyen Kültür'ün dünya ile çok yakından bağlantısı olduğu, birçok toplumun eski geleneklerinde karşımiza çıkmaktadır. Roma'dan Orta Asya Eski Türkleri'ne, oradan da Afrika'daki Dogon kabilesine varıncaya kadar birçok gelenekte bu bilgiler mevcuttur.
Araştıranlarınız görmüşlerdir; sırların tamamının üstündeki örtünün kalkacağı günlerde bu gerçeklerle herkes yüzyüze gelecektir.
( Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi - Ergün Candan ) 


Sirius Takımyıldızı, kitabımız Kuran-ı Kerim'de dahi bahsedilen gizemli bir yıldızlar topluluğudur. Ama insanın içinden "Neden Sirius?" demek geliyor. İnşaAllah burada geniş bir şekilde konuyu sizlere sunacağım. Ayrıca konu oldukça uzun ve eğer birşeyler öğrenmek istiyorsanız sıkılmadan okumalısınız.
49,9 Yıl ve Yay Şeklinde İki Adet Yörünge
Kuran'da geçen bazı kavramlar, 21. yüzyılın bilimsel verileriyle araştırıldığında karşımıza bir Kuran mucizesi olarak çıkmaktadırlar. Bunlardan biri, Necm Suresi'nin 49. ayetinde geçen Sirius yıldızıdır:
Doğrusu, 'Şi'ra (yıldızı)nın' Rabbi O'dur. (Necm Suresi, 49)
Arapça karşılığı "Şi'ra" olan Sirius yıldızının, sadece "yıldız" anlamına gelen Necm Suresi'nin 49. ayetinde geçmesi son derece dikkat çekici bir durumdur. Çünkü bilim adamları geceleri gökyüzünün en parlak yıldızı olan, Sirius yıldızının hareketlerindeki düzensizliklerden yola çıkarak, onun bir çift yıldız olduğunu keşfettiler. Dolayısıyla Sirius, Sirius A ve Sirius B olarak ifade edilen iki yıldızdan oluşan bir takım yıldızdır. Bunlardan daha büyük olan Sirius A, Sirius B'den Dünya'ya daha yakındır ve özelliği çıplak gözle görülebilen en parlak yıldız olmasıdır. Sirius B yıldızının özelliği ise teleskopsuz görülememesidir.
Sirius takım yıldızları, birbirlerine doğru yay şeklinde bir eksen çizerler ve her 49,9 yılda bir birbirlerine yaklaşarak gökyüzünde sarkarlar. Bu bilimsel veri, günümüzde Harvard, Ottawa ve Leicester Üniversiteleri'nin astronomi bölümlerinin fikir birliğiyle kabul ettikleri bilimsel bir gerçektir. Bazı kaynaklarda bu bilgiler şöyle aktarılır:
En parlak yıldız Sirius gerçekte bir çift yıldızdır... Dolanım periyodu 49.9 yıldır. (Exposes Astronomiques, La troisième loi de KEPLER,
http://www.astrosurf.com/eratosthene/HTML/exposetheoastro.htm)

Bilindiği gibi, Sirius-A ve Sirius-B yıldızları birbirleri çevresinde her 49,9 yılda bir çift yay çizerek dolanırlar. (http://www.dharma. com.tr/dkm/article.php?sid=87)
Burada, dikkat edilmesi gereken nokta, iki yıldızın birbirleri etrafında dolanırken yay şeklinde iki adet yörünge çizdikleridir.
Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru anlaşılabilmiş bu bilimsel gerçeğe, mucizevi bir şekilde bundan 14 asır önce Kuran'da işaret edilmiştir. Necm Suresi'nin 49. ve 9. ayetleri beraber olarak okunduğunda bu mucize karşımıza çıkmaktadır:
Doğrusu, 'Şi'ra (yıldızı)nın' Rabbi O'dur. (Necm Suresi, 49)
Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha yakınlaştı. (Necm Suresi, 9)
Necm Suresi'nin 9. ayetinden anlaşılan "ikisi arasındaki uzaklık" anlatımı bizlere bu iki yıldızın çizdiği yörüngede birbirlerine yaklaştığını ifade etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kuran'ın vahyedildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan bu bilimsel gerçek, bize, Kuran'ın Yüce Rabbimiz'in bir sözü olduğu gerçeğini bir kez daha kanıtlamaktadır. (www.kuranmucizeleri.com)
Sadece Necm Suresi'nde mi?
Kutsal kitabımız Kuran'da bahsedilen Sirius Takımyıldızı'ndaki yıldızlardan, Sirius A'ya Tarık Suresi'nde de rastlıyoruz. Birazdan sizlere Hakan Yılmaz Çebi'nin bu konuyla ilgili yazısını sunacağım. Burada bahsedilen Tarık Yıldızı'nın Sirius Yıldızı olduğundan bahsedilmemiş ama siz şu an bunu biliyorsunuz.
PEYGAMBERLER PEYGAMBERİ’NİN
SANCAĞI- TARIK YILDIZI- UKAB
Bir topluluğun en önemli sembollerinden biri bayrak ve sancaktır. Her ikisi de, en küçük birimden en büyük birime kadar o topluluğu sembolize eder…

Sancaklar arasında bir sancak vardır ki taşıdığı anlam ile ve önem ile diğer sancaklardan ayrılır. 1400 yıldır İslam'ın sembolü olan bu sancak kutlu Peygamberimiz, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Ukab isimli emaneti olan Sancak-ı Şerifi'dir.
HZ. PEYGAMBER HER KATILDIĞI SAVAŞA UKAB İLE GİRMİŞTİR..

Arap kabileleri arasında sancağın yere düşmesi yenilmek anlamına geliyordu. Böyle bir şey olduğunda askerler mağlubiyeti kabul ederek dağılırlardı. Bu yüzden sancağı taşıyan kişi yaralandığında veya öldüğünde onu taşıyacak sonraki kişi belliydi ve hemen sancağı devralırdı.


UKAB/OKAB
Ukab (okab) arapçada Toz,Duman ve Kartal Takımyıldızı anlamına gelir. Kartal Takımyıldızının diğer bir ismide "DENEB EL OKAB" DIR. Bu manada Resulullah Efendimizin (SAV) sancağı Ukab, (okab) kainatın içindeki risaletini ve Allah'ın (c.c) Halifesi olduğunun delilidir. 1400 yıl önce Peygamber Efendimiz Henüz gökler keşfedilmemişken kendisi kainattaki bütün galaksilerin ve yıldızların ilmine sahip olduğunun delili olarak kainatın genel rengindeki siyah zemin üzerine yine bir gök cismi olan hilali koyarak zamanımıza ilmi bir mucize bırakmıştır. Unutmayın ki kainattaki bütün gezegenlerin bağlı olduğu bir güneş vardır. Bu güneşin etrafında dönen her gezegen belli dönemlerde hilal şeklini alırlar. Bu sebepten Resulullah Efendimizin sancağının siyah rengi kainatı, hilalide bütün kainat içerisindeki gezegenleri temsil eder. UKAB'IN BİR MANASIDA "DUMAN"DIR. Kainat ilk yaratıldığında henüz gezegenler oluşmadan önce duman halinde idi. (www.hakanyilmazcebi.com) 
 

"SONRA DUMAN HALİNDE OLAN GÖĞE YÖNELDİ. GÖKLERE VE YERLERE İSTEYEREK VEYA İSTEMEYEREK GELİN DEDİ. YERLER VE GÖKLER İSTEYEREK GELDİK DEDİLER" Fussilet Suresi-11

   Yine Resulullah Efendimiz bugün kainat içerisinde kartal bulutsusu'da (okab) yerleri ve gökleri temsil eden sancağının ahir zamandaki mucizesini ispat etmektedir
. AYRICA UKAB DÜNYAMIZ İÇİN ÖNEMLİ OLAN ÜÇ AYRI TAKIMYILDIZININ KUĞU(CYGNUS), VEGA(LYRAE), KARTAL (OKAB) YAZ AYLARINDA BİRARAYA GELEREK YAZ ÜÇGENİNİ OLUŞTURURLAR. BU YILDIZTAKIMLARININ LİDERİ KARTAL (UKAB) TAKIMYILDIZIDIR. (www.hakanyilmazcebi.com) 
 
 
 
Kuğu takımyıldızı musevilik dinini temsil eder, Vega takımyıldızı hıristiyanlık dinini temsil eder,Kartal (Ukab) takımyıldızı İslam dinini temsil eder. İşte uzun süren kış ve karanlık dönemden sonra Resulullah Efendimizin müjdesi ve mucizesi olarak bu uyanma baharının ardından o Mubarek Peygamberin Sancağı tüm insanlarla beraber diğer dinleride Ukab'ın altında birleştirmek üzere tüm insanlığa bu baharda gönderilmiştir.
 
 
DENEB EL UKAB SAMANYOLUNDAKİ
EN PARLAK YILDIZDIR.
 Güneşimizden kat kat büyüktür.
Kuran-ı Kerim'de Resullulah Efendimizin sancağı olan Ukab'dan şöyle bahseder;

1-Göklere yemin ederim ki, Tarık'a yemin ederim ki,

2-Tarık nedir bilir misin?

3-O parlayan bir yıldızdır.   
(Tarık Suresi 1-2-3)

Bu üç ayette bahsedilen Tarık, Allah'a giden yolu gösteren Resulullah Efendimizin, Mubarek sancağında temsil edilmiştir. Ve ahirzamanda da hak ile batılı ayıracak yerlerin ve göklerin sembolü olacaktır. Bu mubarek sancağın temsil ettiği Hz. Peygamber Efendimiz, İslam dini ve Kuran-ı Kerim işte bu dönemde gerçek manada hak ile batılı ayıracaktır.

"Kuran (Hak ile batılı) ayıran sözdür." Tarık Suresi-13
"ONLAR BİR TUZAK KURARLAR,BENDE BİR TUZAK KURARIM." Tarık Suresi 15-16

   Resulullah Efendimiz'in sancağı mubarek Ukab ahirzamanda cehalet ve inkar karanlığını delen yıldız olarak Kuran-ı Kerim'de anlatılmıştır.
 


Yukarıdaki resimde de siyah fon üzerine Hilallerin bütünlediği Resulullah Efendimizin sancağı olan Ukab'ın kainattaki gerçek görüntüsüdür. (www.hakanyilmazcebi.com)
Fethullah Gülen Hocaefendi de Behsediyor
Hocaefendi, hizmeti her daim yayacağından bahsederken bir de Sirius Yıldızı'ndan bahsediyor Zihin Harmanı'nda. Sözü kendisine bırakalım;
"Hatta bir gün yeryüzünde hiç kimse kalmasa, dış dünyalarda, Sirius yıldızına bağlı bir kolonide, Herkül burcunun etrafında ayrı bir sistemde, Samanyolu'nun bilmem hangi bucağında insanlar olabileceği ihtimaliyle oralara doğru kentler kura kura sıçrayacak, atlayacak, ferden olmasa bile nev'en o noktalara ulaşmayı düşünecek, düşleyecek ve gönlümüzün ilhamlarını orada bulunan (eğer varsa) insanların sinelerine de boşaltacağız. Onlarla hemhâl olacak ve onlara da Allah'a giden yolları göstereceğiz. Efendimiz'in (aleyhissalâtü vesselâm) dediği gibi "Lâ ilâhe illallah deyin, felah bulun, kurtuluşa erin." diyecek ve hep bununla soluklanacağız. Bu, bizim vazifemiz. Onların vazifesi de bu sese kulak vermek, kendilerini huzura çağıran bu nidayı dinlemek ve gezdikleri her yerde doğru yolu araştırıp onu bulmaya çalışmaktır." (tr.fgulen.com)
Görüldüğü gibi Hocaefendi, Sirius Yıldızı'ndan bahsetmekle kalmıyor, başka yerlerde akıllı canlıların olabileceğini söylüyor. Sizler de durup durmadık yerde niçin uzaylılardan konu açma gerekliliği duyduğumu düşünebilirsiniz. Amacım, Afrika'daki Dogonlar kabilesiden söz etmek için ortam oluşturmaktı.
Dogonlar
Dogonlar gerçekten ilginç bir topluluk. Bunu biraz sonra sizler de anlayacaksınız. Sahip oldukları bilgileri acaba bir peygamber sayesinde mi yoksa uzaydan gelen canlılar sayesinde mi öğrendiler? Hocaefendi de acaba neden galaksimizin başka bir yerlerinde insanlar olabileceğinden bahsetti?
Ancak gelin ilk önce wikipedia'dan edindiğim bilgilere bakalım;
Dogonlar Afrika'nın Mali cumhuriyetinde yaşayan bir kabile halkıdır. Kabilenin nüfusu 250.000 civarındadır. Dogonlar hakkında en fazla araştırma yapmış ve Dogon kültürünü 1930’lu yıllarda Batı'ya tanıtmış olan etnolog Marcel Griaule'dür. Totemleri bulunan ve inisiyasyona dayalı bir örgütlenmesi olan bu kabile, tradisyonlarını sözlü aktarım yoluyla sürdürmüştür. Tradisyonlarındaki astronomi bilgileri, özellikle Sirius sistemi hakkındaki bilgileri tüm astronomları şaşırtmıştır. Dogonlar’ın 1930’lu yıllarda bildirdikleri bazı bilgiler, sonradan modern astronomik keşiflerle doğrulanabilmiştir. Kimilerince ilkel olarak nitelendirilebilecek bu halkın geleneksel olarak bildiği, teleskopa sahip olunmaksızın bilinmesi imkânsız denilen astronomik bilgilerden bazıları şunlardır:
  • Dünya yuvarlaktır ve Güneş etrafında döner, Ay da Dünya etrafında döner.
  • Satürn’ün halkaları
  • Jüpiter’in uyduları
  • Sirius bir çift yıldızdan oluşur, birbirleri çevresinde 50 yılda bir dönerler, biri çok küçüktür, gözle görülemez ve onun maddesi çok ağırdır. (Bu bilgileri bilebilmek için teleskop da yeterli değildir.)
Dogonlar, bu kadarla kalmayıp, Sirius Sistemi’nde henüz varlığı halen doğrulanamamış üçüncü bir bileşen yıldızın olduğunu, dolanım süresini ve gezegenin bulunduğunu bildirmektedir.
Dogonların bu bilgileri nasıl bilebildikleri hakkında şimdiye dek çeşitli spekülasyonlar yapılmışsa da, spekülasyonların ötesinde, doğrulanabilir bir veri elde edilebilmiş değildir.
Sirius yıldızına en fazla önem vermiş topluluklardan biri olan, Dogonlar'ın Sirius ile ilgili olarak, sembolizm içerdiği sanılan diğer inanışları şöyledir:
Po tohumunun en yüksek gök katındaki ifade edicisi, temsil edicisi ve kopyası Sirius-B yıldızıdır (Po-tolo). Po tohumu alemi döndürmeyi bitirmiş olduğundan dış zar Sirius-B’ye dönüştü. Sirius-B’de Po’nun döndürmüş olduğu alemin kanından arta kalan kısım vardır. Bu, onun yarattığı her şeyin kanından arta kalan kısımdır. Sirius-B küçük olmasına karşın en ağır yıldızdır. Tüm yıldızların ilki Sirius-B’dir. Alemdeki her şey onda vardır. O, âlemin desteği, dayanağı, yıldızların direğidir. Âlem Sirius-B yıldızının sayesinde dönmektedir. Sirius Sistemi Güneş Sistemi’mizle evlenmiş bulunmaktadır. Dünya’ya Sirius-B yıldızından Nommo'nun gemisi ile aktarılan tohumlar yalnızca Dünya üzerinde değil, yaratılan tüm “üst üste konulmuş alemler” de çimlenip çoğaldılar. Dünya’ya kelâmın hepsi açıklanmadı, daha gelecektir. "Emirler Sirius-B'den Sirius-A'ya Sirius-C vasıtasıyla aktarılmaktadır".
Sirius ve Uzaylılar
Sirius'tan sürekli bahseden Dogon'ların torunları hala Afrika'da ilkel bir hayat yaşıyorlar ama bildikleri onca bilgi bu ilkel insanlara kim ya da kimler aracılığı ile öğretildi? Gerçekten de uzaydaki akıllı canlılar, bu insanlara bazı konularda yardımcı mı oldular? Kuran-ı Kerim'de Sirius'tan bahsettiğine göre bu yıldız gerçekten önemli mi? Hocaefendi'nin de bahsettiği gibi yakınlarda bir yerde canlılar mı var?
Bunu cevabını da en doğrusu Hocaefendi versin;
Uzayda Canlılar Var mı?
"Göklerin ve yerin yaratılması ve oralarda bütün canlıları yaratıp üretmesi, O'nun kudretinin ve hikmetinin delillerindendir. O elbette dilediği zaman onları mahşerde toplamaya da kadirdir." (Şûrâ sûresi, 42/29) âyetinde geçen "dâbbe" kelimesi, hayvanlara ve insanlara şamil olduğuna göre, bu âyet göklerde hayvanların veya insanların varlığına delil olabilir mi? Göklerde dâbbenin yayılmasını nasıl anlamalıyız?
Kur'ân'da "dâbbe" kelimesinin geçtiği her yerde, siyak ve sibak itibarıyla umumiyetle insanlar ve sair cismanî canlılar anlaşılmaktadır. Meselâ bir yerde "Allah her canlıyı sudan yarattı. Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağıyla gezer, kimi dört ayağı üstünde yürür."[1] denilmiş ve bunlar dâbbe kelimesiyle anlatılmıştır. Bir başka yerde "Gökte ve yerde hiçbir dâbbe (debelenen, kımıldayan) yoktur ki onun rızkı Allah'a ait olmasın."[2] denilmiştir.
Evet, Kur'ân-ı Kerim'de nerede dâbbe anlatılmışsa, orada hep cismanî bir varlıktan bahsedilmiştir. Bu âyet-i kerimede de "dâbbetün" sözüyle anlatılıyor. "Vemâ besse fîhimâ"daki zamir tesniyedir. Âyette sanki Allah'ın hem gökte, hem de yerde yaydığı, neşrettiği ve çoğalttığı dâbbelerden söz ediliyor. Bundan da yeryüzünde bizler, dört ayağının üzerinde yürüyen diğer canlılar ve yerlerde sürünen, yürüyen sürüngenler gibi göklerde de bu türlü canlıların var olduğu anlaşılıyor.
Şu ana kadar yapılan araştırmalarda henüz böyle bir şey keşfedilemedi ama, semavat o kadar geniş ki, fezanın derinliklerinde bir yerde küre-i arz gibi böyle bir kürenin bulunması ve onun üzerinde bizim bildiğimiz hayvanlar ve diğer canlılar gibi varlıkların bulunması ihtimal dahilindedir. Bu ve benzeri âyetlerin "işaret"lerinden de bu anlaşılabilir. Ancak yine de her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
Bizim dışımızda canlıların olabileceği ihtimali biraz da şu âyetle teyit görmektedir: "Ve hüve âlâ cem'ihim izâ yeşâu kadîr - O Allah, hem semadaki canlıları, hem de yerdeki canlıları, meşîeti taalluk ettiği zaman bir araya getirmeye muktedirdir."[3] Öyle anlaşılıyor ki, insanoğlu gibi yiyen, içen canlılar belki dünyanın dışında başka bir yerde de vardır. Belki bütün insanlar oraya ferden gidemeyecek ve belli bir nesil oraya ulaşamayacak ama, insanlık nev'en buna nail olabilecektir. Yani meşîet-i ilâhiye taalluk edince; bu canlılar o canlılarla içli dışlı olabilecekler.
Ama oralarda insan var mıdır, yok mudur? sorusuna gelince bu da kudret-i ilâhiyeden uzak değildir. Allah orada da insan yaratabilir. Bu varlıklar insan olmayıp insanlığın emrinde olan diğer canlılar gibi varlıklar da olabilirler. Allah orayı da hazırlamıştır; ne var ki, orayı da ancak insanlık göç ettiği zaman görecek, belki de istifade edecektir. Önümüzdeki yıllarda, herhâlde Cenâb-ı Hak bizlere daha çok şey gösterecektir. Zira teknik ve teknoloji çok hızlı gelişiyor ve yolda çok sürprizler var.
Bununla beraber âyetin mânâsı sarihtir. Ancak, yine de biz mülâhaza dairesini açık bırakıyoruz. Zamanın tefsiri içinde bu meselenin aydınlığa kavuşmasını beklemek en muvafık yol olsa gerek...
Bu âyetteki ikinci mesele, yeryüzünde ve göklerde canlıların yayılması meselesidir. Âyette geçen "besse" kelimesi, dağılıp saçılmayı ifade eder. Hz. Yakub da, münacatında ruh hâlini, "İnnemâ eşkû bessî ve huznî ilallah Allahım, ben dağınıklığımı, perişaniyetimi, derbederliğimi ve bir de tasamı sana şikâyet ediyorum."[4][5] Bu âyette insan ve sair canlıların yeryüzüne yayılması anlatılmıştır ki, insan yeryüzüne nasıl bir anne ve bir baba ile yayılmışsa, hayvanlar da aynen öyle yayılmışlardır. Her hayvan nev'i, kendi nev'inden, kendi nev'i adına, kendi nev'ini ve nev'inin karakterini korumak üzere, o nev'iden olarak yeryüzüne yayılmıştır. diyerek hislerini aynı kelimeyle dile getirir. İncelediğimiz âyetteki mânâ ise, bir şeyin bir noktada çoğalıp yayılması, yeryüzünü işgal etmesidir. Bu durum başka bir âyette de aynı kelimeyle anlatılıyor: "Sizi bir erkek bir dişiden yarattı, sonra onlardan sizi yaydı, çoğalttı yerin her tarafına neşretti."
* * *
Burada bir başka mesele de Darvin'in, bütün nev'ileri bir nev'e irca etme gayretidir. Ona göre bütün varlıklar gibi insan da belli devirlerde, belli bir canlıdan dönüşerek meydana gelmiştir. Kur'ân'ın sair bütün âyetleri de sahih hadisler de bunu nefyetmektedir. Kur'ân'a göre her nev'i, kendi nev'ini devam ettirmek üzere yayılmıştır. Yani insan, insan olarak yayılmış, insan olarak devam etmiş ve bundan sonra da insan olarak devam edecektir. Yılanlar ve akrepler de aynı şekilde. Hayvanlarda belki zâhiren cüz'î değişiklikler olabilir; fakat bunların karakteri ve nev'i değişmez. Yani bunların hayvanlığı değişmez, her hayvan, hayvan olarak devam eder.[6]
[1] Nur sûresi, 24/45
[2] Hûd sûresi, 11/6
[3] Şûrâ sûresi, 42/29
[4] Yusuf sûresi, 12/86
[5] Nisâ sûresi, 4/1
[6] Aynı konu için ayrıca bakınız: Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar, 2/347-348
(tr.fgulen.com) 

Yanlış Sitelere Takıldıysanız
Bu yazıları okuduktan sonra birçoğunuz merak edip buradaki terimleri araştırma uğraşına başlayabilir. Bundan dolayı da sizleri uyarma ihtiyacı duyuyorum. İnternette "sirius", "dogon", "uzaylı", "darvin" gibi kelimeleri arattığınızda karşınıza çok ilginç ve tehlikeli siteler gelebilir. İslam ile evrimi bağdaştırmaya çalışan sitelerden tutun ateizmi savunan sitelere kadar birçok tehlikeli yerlere takılmak zorunda kalabilirsiniz. Bundan dolayı sizlere Adnan Oktar'a ait sitelerden evrimin, saçmalıktan ibaret olduğunu delilleriyle gösteren materyallere bakmanızı öneriyorum.
www.evrimaldatmacasi.com
www.evrimmasali.com
www.harunyahya.net
www.harunyahya.org
Ve en önemlisi www.yaratilisatlasi.com adlı sitelere bakmalısınız.
Yorumlarınızı bekliyorum ve gerekli bir iş yapıp yapmadığımın farkına varmak istiyorum. (İnşaAllah daha ayrıntılı bilgi ve yazılarla konumuza devam etmek nasip olur. Amin.)
Hakan Demir(alıntı)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder